Sınıf mücadelesinde 1917 Ekim Devrimi, bir doruk noktasıdır. Nihayet, eşitlik ve özgürlüğe zengin umutlar; her türlü yerleşik yapıya, sömürüye ve haksızlığa ölüm vaad eden proleter devrim gelip çatmıştı. Bu zaferin arka planında K.Marks ve F.Engels’in yarattığı devrimci gelenek bulunmaktadır. Zaferin mimarı ise Bolşeviklerdir- tutkulu enternasyonalistler, emekçi radikalizminin önderleri, egemen sınıfların uzlaşmaz karşıtları, inatçı ve enerjik aktivistlerin toplamı olarak – Bolşevikler ve liderleri Lenin.
Emperyalizm, ulusal sorun, diyalektik materyalizm, devlet teorisi gibi alanlardaki teorik çalışmaları, Lenin’i Lev Troçki, Rosa Luksemburg, A.Gramsci gibi çağının en önde gelen Marksist teorisyenlerinden birisi yapar. Leninizm’den asıl anlaşılansa proleter devrimin başarısı için olmazsa olan yeni bir örgüt teorisini geliştirmesi ve bunu hayata geçirmesidir.
Ekim Devrimi’nin muzaffer oluşu ancak Leninist örgütlenmenin başarısı ile açıklanabilecekken, yenilgiye uğrayan birçok devrimin kötü kaderi ise diğer birçok yan etmenin yanısıra esas olarak devrimci öncünün eksikliği ile açıklanabilir. Dünyada hâlihazırda yürüyen sınıf mücadelesinin doruk noktaları olan Yunanistan ve Mısır, bir kez daha Leninizm’in tarihsel geçerliliğini ispatlıyor. Bu ülkelerdeki büyük ayaklanmalar ve şiddetli sınıf mücadelelerinin, her şeyden çok, devrimci liderlik konusundaki boşluğun yakıcılığını yaşadığını kim inkâr edebilir? Mısır’da sosyalist sol kanattaki zayıflık ve dağınıklık, herkesin hemfikir olduğu bir konu iken Yunanistan örneği, sorunun başka bir yönünü işaret ediyor: İşçi sınıfının dağınıklığı sendikalar, çeşitli reformist ve uzlaşmacı eğilimler tarafından farklı farklı şekillerde giderilebilir, ama eğer örgütlü alanı oportünist eğilimler baştan başa kaplıyorsa tıkanmayı aşmak mümkün olamıyor. Yani sorun sadece kitlelerin örgütsüzlüğü değildir. Örgütlülüğün niteliği de bir o kadar önemlidir.
Kapitalizmin son krizi, Mısır ve Yunanistan’daki son deneyimler ile beraber, Leninizm tartışmalarında “patlama” olmasını bekleyebilirdik. Nitekim son yıllarda K.Marks’ın çalışmalarına, özellikle de ekonomik kriz vesilesiyle, ilginin iyice arttığı bilinmektedir. Ama sınırlı devrimci Marksist eğilimler dışında Leninizm için durum bu değil. Bunun en büyük sebebi, Leninizm’in kötü şöhretli Stalinizm ile eş değer tutulmasıdır. Stalinizm, solda egemen olduğu neredeyse 65 yıl boyunca bunu propaganda etti. Burjuvalar da Leninizm’i karalamak için bu fırsatı kaçırmadılar ve Stalin’i Lenin’in devamcısı olarak lanse ettiler. Buna göre Stalin’in tek adam diktatörlüğü, idelojisi, polis devleti uygulamaları vb.nin hepsi, Leninizmin yansımalarıdır. Stalin’in bütün bir Leninist kuşağı yok etmesi, işçi sınıfını politik bir özne olarak paramparça etmesi ve milliyetçi Rus devlet geleneğinin çıkarları için Marksist-Leninist ideolojiyi baştan aşağı çarpıtması ve daha sayabileceğimiz nice karşı devrimci örnekler bir yana, bir figür olarak Lenin ile Stalin arasında da dağlar kadar fark vardır.Alçak gönüllüğü, gösterişten ve yalakalıktan nefret etmesi, kurulu düzenle uzlaşmazlığı ile her zaman tartışan ve ikna etmeye çalışan büyük deha Lenin ile Kremlin despotu her açıdan taban tabana zıttır. Her dürüst tarih ve teori okuması, aradaki uçurumu ortaya sermekte zorlanmayacaktır.
Bu yazı dizisinin ilk bölümünde Leninist örgütlenme teorisinin ana hatlarını ortaya koymaya çalışacağız. Daha sonraki bölümde ise Rus Devrim tarihinde Leninizm’in hangi yollardan geçerek en ileri biçimini aldığının izini süreceğiz.
Kendiliğindenlik ve Tarihe Müdahale
Komünist Manifesto’da vurgulandığı gibi tarih, sınıf mücadelesinin tarihidir. Ezilen sınıflarla hakim sınıflar, bir karşıtlık ilişkisi ile varolurlar. Bu varoluş, kendiliğinden bir eğilim olarak, mücadelenin aralıksızlığını ifade eder. Bir işçinin tuvalette geçireceği fazladan birkaç dakika, sömürüye karşı pasif bir direnişten başkası değildir. Bir işyerinde çay molasının 5 dakika kısa ya da uzun tutulması ile büyük bir ayaklanma arasındaki her şiddetteki mücadele, kendiliğinden mücadelenin sınırları dâhilindedir. Söz gelimi Mübarek’in devrilmesi ve sonrasında devam eden devrimci süreç, esas olarak kendiliğindeliğin ürünüdür. Aynı şekilde dünya sınıf mücadelesi tarihinde sayısız işçi emekçi atılımı, kendiliğindenliğin ağır bastığı bir düzlemde ortaya çıkmıştır. Ne var ki kahramanlıklarla dolu bu örneklerin hiçbirinde kapitalizme karşı zafer kazanılamamıştır. Leninizm’in işaret ettiği nokta da burasıdır. Sömürü zincirlerini kıracak proleter devrimin başarısı için kendiliğindenlik yeterli değildir. Zafer için, sistemin krizi süregiderken, devrimci liderliğin işçi sınıfına, işçi sınıfının da toplumdaki bütün ezilenlere yön verebilmesi şarttır. Marksizm, Gramsci’nin işaret ettiği gibi, özü itiberiyle bir eylem felsefesidir ve kadercilik ile bağdaşmaz. Marksizm’in bu yönünün mantıksal sonuçlarına ulaşması ise Leninizm ile olmuştur. Leninizm, kendiliğinden mücadelelerle güçlenen devrimci işçilerin mücadelenin liderliğini ele almasıdır ve bu haliyle tarihe yapılmış iradi bir müdahaledir.
Leninizm örgütlenme sorunsalını temel olarak sınıf mücadelesinde etkili olabilme bağlamında ele alır. Etkili olabilmek ise işçi sınıfının devrimini yakınlaştırmak içindir. Leninist örgüt, devrime liderlik etmek için varsa devrimci öncünün politikasının asıl belirleyeni de devrimin çıkarına olan pozisyon hangisidir sorusunun cevabıdır. Ulusal sorun, emperyalist savaş vb. konularda en çarpıcı örnekleriyle gözlemlenen durum, Lenin’in proleter devrime odaklanışının göstergesidir.
Kapitalizm kendi içi dinamikleri nedeniyle istikrarlı biçimde istikrarsızlık içerisine sürüklenir. Ekonomik kriz, işsizlik ve yoksulluğu astronomik bir hızla büyütür. İşçi sınıfı, köylüler, küçük burjuvalar, emekliler ve gençler, krizin yaşamlarını alt üst ettiği milyonlarca insan, kriz dönemlerinde radikalleşir ve keskin politik mücadelelere açık hale gelirler. Mücadele şiddetlenir, egemen sınıf panikler. Eğer bu dönüm noktasında işçi sınıfına liderlik edebilecek- kitleselliği, işçi sınıfında oluşturduğu güven ve devrimci politika anlamında- bir Leninist örgüt varsa, ancak o zaman, bir proleter devrim mümkün hale gelir. Kapitalist sistemin krizleri ve buna paralel olarak kendiliğinden mücadeleler, tıpkı bugün Akdeniz vahasında olduğu gibi, tarih boyunca oldukça sık bir şekilde karşımıza çıktı, çıkacak da; ama işçi sınıfının Leninist örgütlülüğünü yaratmak o kadar kolay değil. Leninist geleneğin inşa edilmesinde gösterilecek başarılar, dünya işçi sınıfı ve ezilenlerinin emperyalist kapitalist sistem karşısında savunmasız olmaması anlamına gelecektir.
İnşa Süreci Olarak Leninizm
Leninist örgütlülüğü bu noktada biraz açmak gerekli. Leninist örgüt işçi sınıfının devrimci unsurlarını bir araya getirmeye çalışır. Yani, Leninist örgüt, heterojen bir toplam değildir. Aktif devrimcilerden oluşan, merkezleşmiş disiplinli yapısıyla sınıf mücadelesine emekçiler lehine iradi müdahalelerde bulunan politik bir savaş örgütüdür. Sınıfın mücadeleci ileri unsurları, tek tek ya da küçük gruplar halinde, ülke genelinde birbirinden bağımsız ve habersiz olarak, üretim sürecine katılırlar. Bu halleriyle devrimci sınıf mücadelesine katkıları olabildiğince sınırlıdır. Leninist prensip, bu unsurları bir araya getirilmesiyle oluşturulan aygıtla işçi sınıfını ilgilendiren bütün kavgalara müdahale etmeyi hedefler. Bu çerçevede Leninist örgüt, sadece işyeri odaklı ekonomik mücadeleler içerisinde yer almaz, işçi sınıfının geneline hitap eder. Kapitalist hegemonyaya karşı işçi sınıfına devrimci politikayla gider, mümkün olan en geniş kesimleri devrimci politikanın etkisi altına almaya çalışır. Kapitalist sınıfın en büyük silahlarından birisi, işçi sınıfını bölerek sınıfın birliğini parçalamaktır. Leninist örgüt, buna karşı, işçi sınıfının birliği için mücadele eder, bu yüzden, işçi sınıfını bölen ayrışmalara karşı durur ve her zaman ezilenlerin safını tutar. Bu yüzden de “aşırı” fikirlere sahip Leninist örgüt, geniş yığınların radikalleştiği dönemler dışında küçük bir azınlık örgütüdür. Buradan politik radikalleşmenin başlayacağı ana kadar öylece bir kenarda oturup beklemek gerektiği çıkarılmamalıdır. İlk olarak, kapitalizmin kriz dönemlerinde ortaya çıkacak devrimci olasılıklardan yararlanabilmek için devrimci öncünün yeterli kadro birikimine sahip olması zorunludur. Nicelik ve nitelik açısından yeterli kadro birikiminin zorunluluğu, Leninizm’in aynı zamanda bir inşa süreci olduğuna işaret eder. Bunun anlamı, işçi sınıfı içerisinde devrimci unsurlarla buluşmak, sempatizan unsurları eğitmek ve devrimcileştirmek ile yeni taraftar ağları geliştirmek için aralıksız bir çaba içerisinde olmaktır. Bu da ancak sınıf mücadelesine doğrudan katılım ile yani aktivistlikle mümkündür. Devrimci Marksist bir örgütün inşası ancak “devrimci politika” temelinde gerçekleştirilebilir. İşçi sınıfı ile salt ekonomik mücadeleler, sendikal alan ve sosyal bağlar vasıtasıyla kurulan ilişkilerden ekonomist-reformist eğilimden başkası çıkmayacaktır.
Devrimci Marksist politikanın emekçi yığınlar ve gençliğe götürülmesi, sınıf mücadelesinin geri olduğu dönemlerde Leninist saflara katılmayan geniş emekçi gruplarının da siyasi ajitasyon vasıtasıyla bir çeşit eğitim alması anlamına gelecektir. Girişilen mücadelerdeki sağlam duruş sayesinde uzun vadede işçi sınıfının güveni kazanılacak, atlatılan birçok badire ve sayısız deneyimle Leninist örgüt, kendisini nitelik olarak geliştirecek ve bu süreç boyunca da gerekli kadro birikimi ve taraftar grupları elde edilecektir. İnşa sürecinin en önemli noktalarının başında devrimci partinin taktiklerini ve programını kitle hareketi sırasında test etmesi geliyor. Devrimci partinin izleyeceği siyaset her duruma uyan donuk bir şablon değildir. Mutlaka mücadele sırasında sınanması gerekir. Leninist parti, sadece öğretmen değil, aynı zamanda öğrencidir de bu yüzden sınıf mücadelesine aktif katılım, partinin politikalarını test etmesi ve kendini yenilemesi için olmazsa olmazdır. Lenin ve Bolşeviklerin kendi deneyimi bu konuda bir sürü parlak, aydınlatıcı örneklerle doludur. Bütün bunlar, Leninizm’in bir inşa sürecini ifade ettiğini göstermektedir.
Kendiliğindelik ve devrimci liderlik arasında inşa süreci açısından diyalektik bir ilişki vardır. Kendiliğinden girişilecek eylemler en şiddetli patlamalarda bile burjuvaziyi yenemeyecektir. Diğer taraftan Leninist örgüt de ancak kendiliğinden mücadeleler sayesinde kendisini var edebilir. Leninist örgüt, bir mezhep değildir, kaderi sınıf mücadelesinin akışıyla ortaktır. Kendiliğinden gelişen mücadeleler, Leninist inşa sürecini hızlandıracakken tersi durumda sınıf mücadelesinin büyük gerilemeler yaşadığı dönemlerde devrimci öncü saflarındaki gerilemeleri frenlemeye çalışacaktır. Sınıf mücadelesinin ileri ya da geri dalgalanmalarına açık olan bu inşa süreci, proletaryanın silahlı ayaklanma ile iktidara geçirmesi sürecine kodlanmıştır ve bu sürece liderlik edecek partinin nitelik ve niceliksel gelişimini ifade eder.
Demokratik Merkeziyetçilik
Leninist parti teorisi, bütün sömüren sınıflara karşı işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarını savunan, işçi sınıfının her mücadelesine pratik önderlik sağlamaya çalışan, işçilerle yakın ilişkiler kurup kalıcı bağlar geliştiren devrimci işçilerin merkezileşmiş örgütüdür. Merkezileşme, devrimci partinin aldığı kararlar ve izlediği stratejinin tüm birimlerince enerjik bir disiplinle hayata geçirilmesidir. Bu anlamda Leninist örgüt, kendi içerisinde federatif, otonomist, yerelci ve genel olarak gevşek ilişkilere izin vermez. Yüksek derecede merkezileşmiş emperyalist kapitalist sistem karşısında dağınık bir politik profilin tutunma şansı olamaz. Öte yandan Leninist partinin merkeziyetçiliği bürokratik değildir. Partinin en üst organı olan parti kongrelerinde kadrolar sorumluları seçer ve izlenecek strateji ve taktikler kadrolar tarafından tartışılarak karara bağlanır. Demokratik merkeziyetçilik, eylemde birlik, tartışma ve eleştiride özgürlük anlamına gelir. Söz konusu olan, parti programının sınırları içerisinde kesin karara varılana kadar eleştiri özgürlüğü, ama karar alındıktan sonra da uygulamadaki birlik ve disiplindir. Alınan kararlara partinin bütün birimlerinin katılımı zorunludur. Herhangi bir karar uygulandıktan sonra sonuca göre tekrardan alınan kararın doğruluğunu gözden geçirilebilinir. Tartışma özgürlüğü, uygulamadaki birlik ve disiplinle el ele yürümek durumundadır. Ancak bu canlılığı elde etmiş bir gelenek geleceği kucaklayabilecektir.
Merkezileşmenin bir diğer kritik anlamı da devrimci mücadelenin bütün zorluklarına göğüs gerebilmek ve sınıf mücadelesinde istikrarı yakalayabilmek için donanımlı olmaktır. Sınıf mücadelesinin tarihi, emperyalist kapitalist sistemin kendisine yönelen tehditlere karşı, her türlü katliam ve zorbalığa başvurabildiğini sayısız kez ispatlamıştır. Ancak burjuva demokrasisine aşık sol liberaller, var olan ve gelecekte de şiddetlenmesi gayet mümkün olan burjuva devlet baskını göz ardı edebilirler. Sert ve elverişsiz koşullara karşın mücadeleyi istikrarlı bir şekilde sürdürebilmek için merkezi disiplinli bir örgütlenme şarttır. Legal siyaset yapmanın yolları tıkandığında devrimci sınıf mücadelesini yürütmek için gerekli olan gizliliği merkeziyetçilik olmadan düşünemezsiniz. Benzer şekilde sınıf mücadelesinin ağır yenilgiler yaşadığı dönemlerde devrimci sınıf mücadelesinin istikrarını yine Leninist örgüt ayakta tutabilir. Kitlelerde derin demoralizasyonun yaşandığı, devrimci saflardan kaçışın hızlandığı evrelerde kontrollü geri çekilmeyi başarabilmek de aynı ölçüde bir meziyettir. Mümkün olduğunca çok sayıda kadroyu ve taraftar çevresini mücadelede tutabilmek, sınıf mücadelesinin toparlanmaya başladığı dönemlerde Leninist örgütün daha hızlı bir şekilde öne çıkmasını sağlayacaktır. Bütün bunlar açısından demokratik merkeziyetçilik etrafında kenetlenmiş, savaş motivasyonunu her zaman yüksekte tutan bir liderler örgütü olmazsa olmazdır.
Leninist parti aynı zamanda bir ayaklanma örgütüdür. Proleter devrimi zafere götürecek şey başarılı bir ayaklanmadan başkası değildir. Ayaklanma, doğası gereği sağlam bir plan ve bunu hayat geçirmek için gerekli mutlak bir gizlilik, disiplin ve eşgüdüm gerektirir. Ayaklanma koşullarının ve arkasından gelebilecek olan kaos ya da iç savaş benzeri şartların altından kalkmak için de mutlak bir irade birliği gereklidir. Bütün bunlar da mutlak anlamda merkezileşmeyi zorunlu kılacaktır. Leninist örgüt, ayaklanmaya ve geçiş sürecine öncülük edecektir, ama kurulacak işçi hükümeti Leninist örgütün tek parti iktidarı olmayacaktır. İşçi devriminden yana olan bütün eğilimler, yeni devletin iktidar organları olan konseyler (sovyetler) aracılığıyla seçildikleri ölçüde, yeni işçi hükümetinde bulunacaklardır. Nitekim Rusya’daki ilk işçi iktidarında Sol-Sosyalist Devrimciler Bolşeviklerle beraber görev almışlardır. Buradan çıkarılması gereken sonuç, Leninist Parti’nin amaç değil, işçi iktidarı için bir araç olduğudur.
Leninizm Hayatın Diyalektiğinin Ürünüdür
İşçi sınıfı, tarih dışı donuk bir kategori değil, tersine kimi zaman öne çıkan kimi uzun zamanlar geride duran, farklı sektörleriyle, farklı örgütlülük ve bilinç seviyeleriyle, sürekli değişim ve hareket halinde olan büyük toplamdır. Örgütlenme konusunda Leninist liderlik anlayışının temeli, bu büyük eşitsizlikler ve hareketten kaynaklanır. Konuyu Troçki’nin kullandığı bir metaforla açıklayalım. Troçki 5 kişilik bir işçi toplamından bahseder:“Bunlardan birincisi her zaman militandır, ezilenlerden yanadır ve girişilen her mücadelede en öndedir. Diğer bir işçi ise tam anlamıyla gericidir, cennete giriş için bir grev yapılsa onda bile grev kırıcıdır. Geri kalan 3 işçi ise bu ikisinin arasındadır ve kimi zaman bu gerici işçinin, kimi zaman da devrimci işçinin etkisi altına girer. İşte devrimci örgüt bu beş işçi arasındaki devrimci işçi gibi olan işçileri birleştirir, organize eder, onlara güç, bilinç ve mücadele geleneği verir, böylelikle de ortadaki diğer 3 işçi sonunda devrime kazanılır.”
Önderliğin gerekliliği, yaşamın diyalektiğinden kaynaklanır. Lenin bunu şu şekilde özetler: “Kesinlikle bilinç düzeyi ile eylem düzeyi arasındaki farklılıklar olduğu için partiye yakınlığın ölçüsünde bir ayrım yapılmalıdır… kapitalizmde, bütün sınıfın ya da hemen hemen bütün sınıfın kendi öncüsünün, kendi sosyal demokrat partisinin bilinç düzeyine yükselebileceğini düşünmek… kuyrukçuluk olur.” (Bir Adım İleri, İki Adım Geri, s.199)
Bundan Leninist parti modelinin elitist olduğu çıkarılmamalıdır. Normal şartlarda işçi sınıfının büyük çoğunluğu egemen fikirlerin etkisi altındadır. Atılım dönemlerinde bu değişse bile yine de büyük bir işçi kesimi geri veya çelişkili fikirlere sahip olmaya devam edecektir. Burjuvazinin işçi sınıfı karşısında atacağı adımlarla mücadele eden, bir yandan da işçi sınıfı içerisindeki oportünist eğilimlerle hesaplaşmak zorunda olan Leninist partinin bu kavgaları yürütebilmesi için yüksek bir ilkesellik çıtası bulunmalıdır. Örneğin Kürt sorununda şovenist zehirden sıyrılamamış bir oluşumun devrimci kıstaslar ölçüsünde davranmasını bekleyemezsiniz. Bu gibi konularda verilecek ödünler partiyi geriye götürecektir. Lenin’in vurguladığı gibi bu haliyle de partinin devrimci bir işlevi görmesi mümkün olmayacaktır.“Temelinde ilke olmayan örgüt anlamsızdır ve pratikte işçileri iktidardaki burjuvazinin zavallı bir eklentisine dönüştürür.. Bu nedenle sınıf bilinçli işçiler asla unutmamalıdırlar ki ciddi ilke ihlalleri bütün örgütsel ilişkilerin dağılmasını zorunlu kılar. (Lenin Toplu Eserleri, c.11, s.320)” Diğer seçenek ise bu heterojenlikten kurtulmaktır. Bunun anlamı da ilkesellik konusunda ödün vermemektir. Bu da Leninist öncüye küçük ve tecrit edilmiş bir grup görüntüsü kazandırsa da oportünizme karşı mücadeleden ödün verilmez. Bir yandan devrimci ilkeselliği yüksek düzeyde tutmak, diğer yandan da işçi sınıfı ile bağları kuvvetlendirmek ve örgütlenmek, oldukça güç bir iştir. Bu zorluğun üstesinden gelinmesinin yolu, kitlelerle bağları geliştirecek yolları bulmak konusunda taktik esneklik, zenginlik ve yaratıcılık göstermektir. Bolşeviklerin Ekim devrimine giden süreçte bu konuda müthiş bir dehaya sahip olduklarını görüyoruz.
Oportünist Engellerin Aşılması
Proletarya, sınıf mücadelesinin geri olduğu dönemlerde egemen sınıfın fikirsel hegemonyası altındadır. Sınıf mücadelesinin şiddetlendiği burjuva hegemonyasının kırıldığı atılım dönemlerinde ise milyonlarca kişiden oluşan ve fikirsel açıdan oldukça heterojen olan emekçi yığınların toplumun kader anında ortak bir strateji izlemesi mümkün değildir. Böylesi dönemlerde proleter saflardaki dağınıklık, emperyalist kapitalizmin toparlanması için büyük bir fırsattır. Burjuvazinin yapacağı hamleler karşısında devrimci önderlik olmadan işçi sınıfı ve ezilenler, ne kadar kahramanca mücadeleler sergileseler de aslında savunmasızdır. Oysa sınıf mücadelesinin gündemine gelen acil sorunlar karşısında çözümler üreten, burjuvazinin hamlelerini boşa çıkaran, oportünistlerin maskesini düşüren ve karşı hamlelerle sistemin çözülüşünü hızlandıran bir strateji ancak bir önderlik sayesinde mümkün olabilir. Bu konuda Yunanistan epey aydınlatıcı bir örnek olabilir. Bilindiği gibi ekonomik iflas koşullarında Yunanistan burjuva sistemi çözülmek tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Bu durumda Yunanistan’ın idaresinin nasıl AB, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası emperyalist kapitalist kurumlarca devralındığını yaşayarak gördük. Eski başbakan Papandreu’nun kesinti paketlerini halkoyuna sunacağını dünyaya açıkladıktan sonra apar topar “kenara çekilip” kararından vazgeçirilişi, kapitalist merkezileşmenin ulusal sınırları nasıl da aştığını gözler önüne serdi. Tersinden işçi sınıfının tabandan yükselttiği onca enerjiye rağmen kesinti paketlerinin hiçbirini engelleyememesi başlı başına liderlik sorunu ile alakalı. Burada çok önemli bir noktaya daha geliyoruz. Kapitalist sistem, krizle beraber kırılma noktasının kıyısına kadar gelse bile işçi sınıfının tarafındaymış gibi gözüken, aslında uzlaşmacı tutumlarıyla sınıf hareketini frenleyip sistemi kurtaran çok güçlü oportünist eğilimlerle işçi sınıfının devrimci liderliği olmadan baş etmek mümkün değil. Sendikal bürokrasi, profesyonel politikacılar, kimi zaman komünist kimi zaman sosyalist vb. isimleri kullanan oportünist güçler, Yunanistan’da oynadıkları rolle adeta sigorta vazifesi görerek kapitalist sistemin derinliğini bizlere bir kez daha göstermiş oldular. Mesele, emperyalist kapitalist sistemin burjuva devlet aygıtıyla ya da ulus ötesi birlikleri ve finansal aygıtlarıyla güçlü merkezileşmiş bir düşman olması ile sınırlı değil. Devrimci sınıf hareketinin önünde dalgakıran vazifesi gören oportünist sol eğilim de başlı başına aşılması zor, büyük bir engel. Örneğin Yunanistan’da krizin başından beri tam 20 kez bir ya da iki günlük genel grevler, sendikalarda hâkim olan bu uzlaşmacı eğilimlerin tabandaki gazı almak için düzenledikleri görev savma tatbiklerinden başkası olmadığı için hiçbir kesinti paketi engellenemedi. Diğer taraftan bir hafta ya da daha uzun genel grevlerin yapılmasının önündeki en büyük engel sözde komünist ya da sosyalist oportünist güçlerden başkası değil. Bolşeviklerin Ekim Devrimi’nde gösterdikleri başarının anahtarı da bu noktada ortaya çıkıyor. Bolşevikler, Menşevikler ve Sosyalist Devrimcilerin burjuva sistemden kopmadıklarını kitlelere göstermeyi ustaca başardılar ve proletarya radikalizmini kendilerine çekerek sisteme ölümcül darbeyi vurmayı bildiler. Oportünist eğilimleri devre dışı bırakarak sistemi alaşağı etmek Yunanistan’da da gayet mümkün ama bunun için devrimci liderliğe ihtiyaç var.
Strateji ve Taktikler
Devrimci parti, kendisini ve işçi sınıfını devrime hazırlama çabasını uzun mücadele yılları içerisindeki kavgalar vasıtasıyla verir. Bu uzun yılların büyük bölümünde kapitalizm istikrar içindedir ama durgunluk dönemlerini yükselişler, geri çekilmeler, baskı yılları, sıçramalar takip eder. Bütün bu dönemler boyunca devrimci parti tekdüze bir hareket tarzına sahip olamaz. Burada Lenin’in strateji ve taktik arasındaki ayrımı belirleyicidir. Devrimci strateji, kapitalist sistemin yıkılmasıdır ve bu çerçevede çok farklı taktikler uygulanabilir. Sendikal çalışma, silahlı ayaklanma, birleşik cephe, parlamento seçimleri gibi. Ultra solcular silahlı ayaklanmayı, reformistler de seçimleri strateji düzeyine çekerek sol ve sağ sapmaları oluştururlar. Lenin’in buradaki farkı proleter devrim hedefi doğrultusunda stratejiyi farklı koşullara denk düşen farklı farklı taktiklerin sistemli bir birliği olarak kavramasıdır.
Devrimci aktivistlerden oluşan bir azınlık örgütü olarak Leninist partinin sınıf mücadelesinin görece geri olduğu dönemlerde geniş kitlelere nüfuz etmesi nasıl mümkün olacaktır? Bu konuda Leninist örgütlenme modelinin en gelişkin formülasyonlarını kapsayan Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresince benimsenen, diyalektiğin devrimci strateji konusundaki mükemmel kavranışı olan birleşik işçi cephesi taktiği çok doğru bir yol göstericidir. Birleşik işçi cephesi taktiği, emekçilerin düşünce dünyasındaki ideolojik çelişkileri ve eşitsizlik ile bunlara etki eden burjuva ve küçük burjuva etkileri temel alır. Buna göre işçi sınıfı, devrim fikrine hazır olmayabilir, ama birçok ilerici talep ve reform için mücadele etmeye hazırdır. Leninistler bu reform ve talepler için verilen mücadelenin içerisinde yer almalı, bu çerçevede reformist ve merkezci işçi örgütleriyle bir arada durmaktan kaçınmamalıdır. Böylesi bir talep için öne çıkan emekçilerin politik bilinçleri ister istemez ilerleyecek belirli bir radikalleşme sağlanacaktır. Mücadele sırasında mücadelenin başarısı için daha samimi ve daha azimli olan tarafın devrimciler olduğu anlaşılacak, tersinden reformist-oportünist kanadın bağrındaki çekişkilerle mücadeleyi baltalayıcı rolleri gün yüzüne çıkacaktır. Lenin’in vurguladığı gibi “devrimciler için açıkça eskimiş olan bir sürü şey, kitleler için de eskimiş değildir.” Dolayısıyla Leninizm tek yönde -doğruca ileri- yürüyen bir körleşmiş dogmatikler toplamıyla taban tabana zıt bir niteliğe sahiptir. Leninizm, nihai hedefe ulaşmak için gereken taknik esneklik, manevralar, geri çekilmeler ve uzlaşmalar ile ifade edilebilir. Bu çerçevede Lenin, bir kez daha ultra solculara ve anarşizme has dogmatizme karşı Komünizmin Çocukluk Hastalığı: “Sol” Komünizm’de bitirici bir saldırıya girişir. Mesele mücadelenin gerekli kıldığı uzlaşmalarla ihanetleri birbirinden ayırabilmektir. Kuşkusuz her duruma uyacak bir reçete bulunmamakla beraber en genel ifade ile burjuva partileri ile girişilen ittifaklar, sınıf uzlaşmacılığıdır ve mahkûm edilmelidir.
Sonuç
Lenin içerisinde reformist ve oportünist bir kanat olmaksızın sadece devrimcilerden oluşan ve işçi sınıfı içerisinde sağlam ve kalıcı bağlara sahip bir parti kuran ilk Marksist olmuştu. Bu, Ekim Devrimi’nin sağlayan temeli oluşturacaktı. Ne var ki Rusya’dan devrimin yayılması mümkün olmadı. Bunun en büyük sebebi Lenin’in Rusya’da önderlik ettiği devrimci liderler örgütünün isyanların gerçekleştiği diğer ülkelerde bulunmayışıydı. Almanya’da Rosa Luksemburg, Karl Liebknecht ve yoldaşları böyle bir örgütün inşasına daha erken başlamış olsalardı tarih kuşkusuz bambaşka yazılacaktı. Nitekim uzun yıllar boyunca Leninist parti modeline itiraz etmiş olan Rosa Luksemburg, Birinci Dünya Savaşı’nın vesile olduğu olağanüstü koşulların basıncı altında “öncünün olmayışına, Berlin işçilerini örgütlemekten sorumlu bir merkezin yokluğuna daha fazla izin verilemeyeceğini” teslim edecek ve fikirlerini değiştirecekti. “Devrimci davada ilerleme kaydedilecekse, proletaryanın ve sosyalizmin zaferi bir düş olmaktan ibaret kalmayacaksa, devrimci işçiler kitlelerin savaşçı enerjisinden yararlanıp yol gösterebilecek yetenekte öncü organlar oluşturmalıdırlar (R.Luksemburg, Rote Fahne, akt. Marcel Liebmann, Lenin Döneminde Leninizm-2, s.312-3.) Gelgelelim, olaylar böyle bir inşaya girişmek için yeterli zamanın kalmadığını gösterecekti. Neticede dünya devrimi dalgası zirveye ulaştıktan sonra belki de nihai kırılmanın önünü açacak bir ikinci kırılma yaratamadan geri çekilecekti. Tek ülkede sıkışıp kalan işçi iktidarı ise tam da Bolşeviklerin tahmin ettiği gibi uzun süre dayanamadı. Ama çözülme, düşünülenin aksine, içeriden gerçekleşecekti. Bürokratik karşı devrim Ekim Devrimi’nden geriye ne varsa alıp götürecekti. Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren Bolşevik kadrolar karşı devrimlerin tipik sonucu olarak katledileceklerdi.
Troçki, bu karşı devrimden sonra, 1930’larda işçi devrimleri için yeniden Leninist örgütlenme çağrısı yapıyordu: “İnsanlığın bütün temel sorunlarını devrimci öncünün bunalımı sorununa indirgeyebiliriz.” Stalinist karşı devrimden sonra 20.yy’ın geri kalanındaki temel görev buydu. Bu sorun hala çözülebilmiş değil. 21.yy’ın geride bıraktığımız kısa kesitinde bile emperyalist sistem; ekonomik krizler, savaşlar ve devrimlere gebe olduğu kanıtlandı. Mesele işçi sınıfının bu fırsatları değerlendirerek sisteme ölümcül darbelere vurmayı başarabilmesidir. 2001’de Arjantin’de, sonra Bolivya ve Venezuela’daki devrimci durumlarını 2006’da Nepal ve son dönemde de Yunanistan ile Mısır süreçleri izledi. Bütün bu devrimci fırsatlar, tıpkı geçen yüzyıldaki onlarca devrimci durumda olduğu gibi işçi sınıfı hareketine yön verebilecek devrimci öncünün bulunmayışı yüzünden kaçırıldı. Yunanistan ve Mısır’da süreç henüz sonlanmaktan uzak olsa da beklediğimiz bir proleter devrimse Bolşevik öncünün keskinleşen olaylar içerisinde inşa edilmesi şart.
No comments