The Platform: Eşitsizliğe Karşı Karamsar Bir Anlatı – Emrecan Konyalı

0

Netflix’te yayınlanmaya başlayan Galder Gaztelu Urrutia yönetmenliğindeki film The Platform konuşulmaya devam ediyor. Metaforlarla dolu anlatımı, izleyiciyi gerçeklikle bağ kurmaya zorlayan distopik anlatımı ilgimizi cezbediyor. Yaşadığımız dünyayı sorgulatan, içerisindeki anlatıyla farklı bir açıdan baktıran filmler romanlar her zaman ilgi uyandırdı. George Orwell’ın 1984’ü bu konuda en bilinen eserlerden. Sinema dünyasında da bu karanlık ve distopik anlatım biçimleri günümüzün modası. Popüler örneklerden bir diğeri ise geçtiğimiz yıl Oscar ödülü alan Parasite’in yönetmeni Bong Joon-ho’nun yine yönetmeni olduğu Snowpiercer. Keskin hatlarla çizilmiş sınıf farklılıkları, isyanlar, alt sınıfların böcek kapsülleriyle beslenmesi, isyanların zorbalıkla bastırılması her sahnesiyle yaşadığımız dünyayı bizlere sorgulatmaya yetiyor. The Platform ise sınıf farklılıklarını konu edinme çabasında. Bu noktasıyla ilgileri üzerine çektiğini söyleyebiliriz.

Filmin adı olan “platform” aynı zamanda filmdeki yapıya işaret ediyor. Her katında iki mahkûmun olduğu yukarıdan aşağıya uzanan katlardan bakıldığında başı ve sonu görünmeyen, her katın ortasından dikey şekilde uzanan bir boşluğun olduğu bu yapı, aslında bir hapishane. Her katta o katın numarası bulunuyor. Sıfırıncı kat ise bütün mahkûmlara yetecek kadar olduğu söylenen şatafatlı bir sofranın hazırlandığı yer. Birinci kattan başlayarak katların ortasındaki boşluktan aşağıya doğru, her katta bir süre bekleyerek inen platform kattaki mahkûmların “beslenmesini” sağlıyor. İlk katlarda talan edilen sofra yaklaşık elli kattan sonrasında hiç yemeğin kalmadığı bir platforma dönüşüyor. Her katta kalan iki mahkumun her ay katları rasgele değişiyor. Örneğin yüzüncü katta hayatta kalmak için açlıkla savaşan iki mahkûm sonraki ay birinci katta muazzam bir sofrayla karşılaşabiliyor.

Ana karakterimiz Goreng’le tanışmamız, onun 48. Katta uyanmasıyla başlıyor.  Goreng’in ilk hücre arkadaşı olan ve bir göçmeni kazara öldürdüğü için hapse atılan Trimagasi, Goreng’e hapishanenin işleyişini anlatıyor. Trimagasi’nin anlattığı üzere hapishane her mahkûmun kendi çıkarlarını düşünmesi gereken, karnını doyurmak için cinayet işlemekten dahi çekinmemesi gereken bir yer. Filmde de bunun örneklerini birçok sahnede görüyoruz. Goreng de zamanla bu koşullara uyum sağlıyor. Hapishane şartlarında ırkçılık, bencillik mahkûmların birçoğunun ortak yapısı olarak gösteriliyor. Film ilk olarak Goreng’in hapishane şartlarını sorgulaması, sonrasında bu şartlara belli açılardan ayak uydurması ve sonuç kısmında ise bu şartları belli yollarla değiştirme çabası olarak süregidiyor.

Filmin başlangıç sahnesinde duyduğumuz sözleri filmin sonunda düşündüğümüzde filmin altyapısını daha iyi anlıyoruz.

“Üç tür insan vardır.

Yukarıdakiler

Aşağıdakiler ve

Düşenler”

Bu sözler elbette hapishanedeki katlarda farklı düzeylerde bulunan ve dolayısıyla farklı fırsat eşitliğine sahip insanları anlatıyor. Öte yandan film bu kısımda hapishanedeki katlarla sınıf farklılıkları arasında benzerlik kurmayı amaçlıyor. Yukarıdakiler ve aşağıdakiler. Düşenler ise buradaki mücadelede umudunu yitirip intihar edenleri anlatıyor. Bu kısım oldukça net. Aslında aynı koşullara sahip, aynı otorite tarafından yönlendirilen insanları neden yukarıdakiler ve aşağıdakiler olarak ayırıyoruz? Bu soru filmin temelinde yer alan, belki de kasıtlı olarak eksik bıraktığı bir nokta. Her ay değişen katlarla birlikte mahkûmların imkânları değişiklik gösteriyor, kimi yarın yokmuşcasına yerken kimi aç kalıyor. Tokluğun ve mahkumlara sunulan sofraların, bulundukları katlarla böylesine hayati bir ilişkide olduğu Platform’da neden o katta olunduğu sorusuna verilen bir cevap ise yok. Salt tesadüf ve sınanma. Ama işleyişin geneline bakıldığında içindeki herkesi zamanla bu açlığın bir kurbanı haline getirdiği için koşulları da eşitlemiş oluyor. Mahkumların koşulları ile yönetimin sorumluluğu arasında bir bağ kurmaktan ise bilinçli olarak kaçınan film, diyaloglarda bunu açıklıkla ifade ediyor.

Ana karakterimiz Goreng hapishanedeki koşulları öğrendiği ve tecrübe ettiği anda buradaki düzeni sorgulamaya başlıyor. Goreng’in “yemeği yukarıdakiler ve aşağıdakiler olarak bölüşmeliyiz, hepimize yetecek yemek var” şeklinde çıkışına hücre arkadaşı “Yoksa komünist misin” şeklinde bir çıkışla engel oluyor. Goreng’in optimist yaklaşımı onun da başkalarından farklı olmadığı algısını sağlamak üzerine değişiyor. Sonraki sahnelerde hücre arkadaşını öldüren Goreng, hapishanenin kurallarına göre yaşamaya başlıyor.

Goreng’in de diğerleri gibi sıradanlaştığını, yeni hapishane arkadaşıyla birlikte Don Kişotvari bir şekilde en alt kattakilerin de yemek yiyebilmesi için çaba sarf ettiğini görüyoruz. Burada Goreng’in mücadelesiyse temelinde hapishane sisteminden çok her katta kalan mahkûmlarla oluyor. Neredeyse bütün katlarda mahkûmların bencillikleri gözler önüne seriliyor. İnsan insanın kurdudur düşüncesini filmde sahne sahne işliyor.

Filmde dikkat çeken bir diğer nokta ise Goreng’in hapishaneye gelirken yanında getirmeyi tercih ettiği eşya. Hapishanedeki bütün mahkumların yanlarında getirebileceği yalnız bir eşya hakları var. Kimi arbalet, kimi para getiriyor. Ana karakterimiz Goreng ise yanında Cervantes’in Don Kişot adlı romanını getiriyor. Filmde, platformdaki rolü bir nevi İsa mesihle özdeşleştirilen bir figür olan Goreng’in “İncil”i. O, elindeki kitapla yollara düşen ve “mesajı” taşımak için mücadele veren bir mesih. Kitabın ve mesihin indiği platfomdaki insanlar ise doğası gereği kötü ve bencil.

Goreng insanları değiştirmeye çalışsa da insanları değiştirme çabasının sonuç vermeyecek bir uğraş olduğu filmde işleniyor. İnsandaki bencil karakterin değişmezliği, kalıcılığı odak noktası durumda.  Sistemin bütün ihtiyaçları karşıladığı bu ihtiyaçları doğru kullanamayanların oradaki insanlar olduğu derinde verilen mesaj. Suçlu olan ise bu fırsatı değerlendiremeyen mahkumlar.

Film bir sistem eleştirisini amaçlasa da sorunu yanlış yerde arıyor diyebiliriz. Daha doğru kelimelerle ifade edecek olursak genel bir kötücül insan imajı çizerek yanlış bir noktayı doğru kabul ediyor. İnsan doğasının değişmez bir bencillik olarak kabul edildiği takdirde sistem tarafından ezilenlerin bir araya gelme şansını ortadan kaldırmış oluyoruz. Filmdeki karamsar atmosfer ve hapishanedeki sistemin değişmeyeceğinin düşünülmesi bundan kaynaklanıyor.

Filmin sınıf farklılıklarını ele aldığını görebiliyoruz. Zaten bu sınıf farklılıklarından gelen öfke filmi izleten önemli unsurlardan biri. Film her ne kadar sistemi, yönetimi muğlak bıraksa, karakterlerin bakış açısını tutarlı bir kalıba sokmasa dahi yaşadığımız dünyayı sorgulamaya itiyor. Bu yönüyle izlerken gerçek hayatlarla bağdaştırma şansı tanıyor.

Filmdeki açlık konseptinden yola çıkarsak: BM raporlarına göre-BM kriterleri baz alındığında sayının az bile olduğunu düşünebiliriz- dünyada 821 milyondan fazla insan aç durumda. Geçtiğimiz günlerde COVID-19 salgını nedeniyle Lübnan’da ilan edilen sokağa çıkma yasağını yoksul mahallelerde delerek eylem gerçekleştiren yüzlerce kişi olmuştu.  “Açlıktan öleceğimize virüsten ölürüz” sloganıyla sokağa çıkmıştı. Benzeri sınıf anlatılarının popülerleşmesinde içinde yaşadığımız dünyada ezilen ve sömürülen yığınlarının öfkesinin büyümesi önemli bir etken.

No comments