Müzik Nereye Gidiyor?- Lütfücan Kapucu

 

 Toplumsal değişim-dönüşüm aşamaları, etkilerini sanatın birçok dalında gösterir ve müzik bunların içinde en belirgin olanlarından bir tanesidir. Müziğin dönüşümü hakkında yapılan çıkarımların birçoğu toplumların kendine özgü kültürel yapısı, diğer kültürlerle etkileşimi, devlet politikaları ya da küreselleşme olguları ile açıklanmaya çalışılır. Fakat tüm bu etkenleri –öznel durumlar dışında–  kapsayan ve dönüşümlerini sağlayan şeyin ekonomik temelli olduğu ve dolayısıyla müziğin temel dönüşümünde de en önemli etkenin ekonomi olduğu pek göz önüne alınmaz. Ya da Marx’ın mükemmel teorisinin müziğin seyrini de açıklıyor olması, her şeyin bir yanıyla politik olması fikri bazı kimselerin hoşuna gitmez. Marksistler en azından müzik hakkında konuşmasın denir fakat müzik önemli toplumsal üretimlerden biridir ve Marx’ın teorisi toplumları açıklar.

 

Bireyi toplumdan bağımsız düşünemeyeceğimiz gibi müziği de toplumsal ilişkiler neticesinde ortaya çıkan bir olgu olarak ele almalıyız. Bu yüzden müziğin dönüşümünü incelemek, gayet tabii toplumun dönüşümünü de incelemeyi gerektiriyor. Marx, toplumlar arasındaki tüm ekonomik ilişkileri “altyapı” kavramıyla ifade ederken müzik gibi diğer kültürel ve sosyal ilişkileri “üstyapı” kavramıyla ifade eder. Bu iki yapı etkileşim halinde olmakla birlikte temel olarak “üstyapı” “altyapı”nın bir yansımasıdır. Üretim ilişkileri tarihin belli dönemlerinde büyük değişimler geçirerek toplumların birbirleriyle kurdukları ilişkilerin de farklılaşmasını beraberinde getirdi. Bunun doğal sonucu olarak sanatın birçok dalı gibi müziğin de bu değişime paralel bir şekilde ilerlediğini görüyoruz.

 

 Evvela insanlık tarihine bakarsak tarım öncesi toplumların avcı-toplayıcı bir yaşam sürdüğünü biliyoruz. Bu döneme ait elimizde yeterli belge olmadığı için dönemin müzik anlayışı üzerinde derin tahliller yapmak haliyle güç oluyor. Yaklaşık 10.000 yıl önce ise insanlar avcı-toplayıcılıktan gelen birikimlerini kullanarak hangi bitkilerin ekilebileceğini, evcilleştirdikleri hayvanları nasıl besleyeceklerini ve ürettikleri yiyecekleri biriktirme yöntemlerini keşfettiler. Tüm bunlar insanları yerleşik düzene bağımlı kılarak birlikte yaşama alışkanlıklarında ve üretim ilişkilerinde radikal değişiklikler meydana gelmesine neden oldu. Tüm bu üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı yaşama alışkanlıklarının etki ve yansımalarını tarım toplumlarının ürettiği müzikal yapılarda görebilmekle birlikte üretim ilişkilerinin değişmesinin müzik üzerindeki etkisini de açık bir şekilde ortaya koyabiliyoruz. Bunu daha net göz önüne serebilmek için Anadolu’da yaşayan toplumların sanayileşmeden önce ve sanayileşme sürecinde ürettiği müzikal yapılara odaklanmak faydalı olacaktır.

 

 Günümüzde “halk müziği” diye nitelediğimiz müzikler ki cumhuriyet döneminde TRT tarafından “Türk halk müziği” diye bir kavram uydurulacaktır, tamamen tarım toplumlarının yaşayış biçimlerini ifade eden müzikal yapılardır. Halk kavramının belirsiz olması ve bu kavrama atfedilen anlamların çeşitliliği sebebiyle bu tarz müzikleri “geleneksel müzik” diye adlandırmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Aksi durumda halk kavramının ve niteliğinin değiştiği ve günümüzde üretilen kent müziğinin de halk müziği adı altında sınıflandırılabileceği söylenebilir ve bu mantıklı bir yaklaşımdır. Aslına bakarsanız müzik bir sınıflandırmaya ihtiyaç duymaz ama gelişim seyrini ve yapılarını açıklayabilmek için bir tasnif gereklidir.

 

 Yapılarına bakacak olursak geleneksel müziklerin tam da tarım toplumlarındaki tekdüze döngünün, muhafazakârlığın, üretimin gerçekleşme şeklinin bir ifadesi olduğunu görürüz. Geleneksel müzikler genel olarak birbirine benzer melodilerden, tekrar eden nakaratlardan ve hikâyelerden oluşurlar. “Gelenek” kavramı bu yapıyı ifade etmek için önemlidir, çünkü tarıma bağlı üretimde yeniliğe yer yoktur, eski köye yeni adet getirmek hoş karşılanan bir şey değildir. Yerleşik düzen ve mevcut üretim ilişkileri tarım toplumunu ekonomik olarak kazançlı çıkaran yöntemlerdir. Bu anlayış ve yaşayış biçimi, üretilen müziklerin de aynı yaklaşımla ortaya çıkmasını sağlamıştır. Eklemek gerekir ki insanlığın tarım toplumundan sanayi devrimine kadar olan süreci çok uzun bir zamanı kapsamaktadır, bu sebeple tarım toplumunun ürettiği geleneksel müzik binlerce yıllık birikimi, olgunluğu ve yalıtılmışlığı da beraberinde getirmektedir. Bu yüzden dünyanın her yerinde hala geleneksel müziklerin izi sürülüyor, bu yapılar yeni müzikal üretimler için bir yol gösterici olarak görülüyor.

 

 Dünyanın her yerinde çeşitli zamanlarda gerçekleşen tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş süreci, üretim ilişkilerinin tamamen değişmesine ve bunun neticesinde tarım toplumu üretimi olan müzik biçiminin de kaçınılmaz olarak dönüşmesine sebebiyet vermiştir. Tarım toplumları toprağa bağlı tekdüze bir üretim biçimini zorunlu kılıyordu. Bu üretim biçimi, toplumsal ifade biçimlerinden biri olan müziğin de aynı şekilde değişime dirençli bir şekilde üretilmesini beraberinde getiriyordu. Ancak kapitalist üretim ilişkilerini sindirmeye başlayan bir toplumdaki yeni ahlaki değerler yenilikçilik ve rekabet üzerinde şekillenecektir. Bu doğrultuda üretilen müzik de bu yeni üretim ilişkilerini ifade eder şekilde olacaktır.

 

 Bilindiği gibi Türkiye geç sanayileşen bir ülkedir. Sanayileşmenin başladığı 1950’li yıllara kadar yoğun bir şekilde geleneksel müzik üretimi devam etmiştir. Fakat bu yıllardan sonra köyden kente göçün başladığını ve toplumun bu tekdüze-tutucu müzik yapısıyla yetinemediğini, geleneksel müziklerin yeni üretim ilişkilerini ifade etmekte yetersiz kaldığını görürüz. 1980 yılına kadar Türkiye’de nüfus yoğunluğunun hala kırsal kesimde olduğunu söylemek yanlış olmaz. Geç kapitalistleşen bir ülke olarak Türkiye’de kente göçen toplum aslında ne kentli ne de köylü olabilmiştir. Bu arada kalmışlığın sonucu da “anadolu rock”, “anadolu pop” gibi sentezlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Farklı bazı sebepleri olsa da 60’ların sonunda ortaya çıkan “arabesk” müzik için de kısmen aynı şeyi söyleyebiliriz.

 

 Avrupa daha hızlı ve erken sanayileştiği için orada durum daha farklı bir seyir izlemiştir. 18. Yüzyıl başlarına bakılırsa Avrupa müziğinde geleneksel müzik etkisinin hayli fazla olduğu görülür. Fakat erken kapitalistleşmenin etkisiyle Avrupa’da müzikal yapılar daha kozmopolit hale gelmiş, ticaret ve sanayileşmenin ortaya çıkmasıyla farklı kültürlerin birbirleriyle etkileşiminin bir tezahürü olarak uyum içindeki farklı seslerin bir arada çalınması anlamına gelen “armoni” kullanımı yoğunlaşmıştır. Rusya gibi köylülükten geç çıkmış ve hızla sanayileşmiş yerlerde ise geleneksel müzik motiflerinin modern müzik içersinde yoğun bir şekilde kullanıldığını söyleyebiliriz.

 

 Günümüze gelecek olursak; kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı toplumsal ahlaki yapı, üretilen müziklerin de tüketime ve rekabete odaklı bir yaklaşımla ortaya çıkmasına sebep oluyor. Müzik, genellikle yapım şirketlerinin politikaları doğrultusunda hızlıca üretilen, hızlıca satılıp tüketilen bir meta haline dönüştü. Bu niyetle üretilen müziklerin küresel bir tek tipliliğe doğru ilerlediğini söyleyebiliriz. Bunun yanında tüketimin inanılmaz boyutlara ulaşması; yeni müzikal üretimler için erken kapitalist dönem, hatta tarım toplumlarının müzikal üretimlerinden yararlanmayı zorunlu kılıyor ve binlerce yıldır üretilen müziğin neredeyse tüketilme noktasına getirilmesine yol açıyor. Yani kapitalist üretim ilişkileri hayatın her alanında olduğu gibi müziği de yoğun bir sömürüye tabi tutuyor.

 

 Fakat bu düzen içinde eşitlikçi bir dünya için verilen toplumsal mücadeleler esnasında üretilen edebiyatın, mizahın, müziğin bile çok daha farklı bir yapıda ve nitelikte olduğunu belirtmekte fayda var. Toplumsal mücadele dönemleri; insanların mevcut düzenin kalıplarına sığamadığı, bir değişimi istediği zamanlarda baş gösterir ve bu dönemler, tüm sanatsal alanlarda da büyük gelişmeleri beraberinde getirmiştir. Çünkü insanlar başka bir âlemi tasavvur ederler ve bu düşünce tüm sosyal ilişkilerine yansır. Türkiye’nin yakın geçmişine bakarsanız bunun birçok örneğini görebilirsiniz. 70’ler Türkiye’de toplumsal mücadelelerin yükseldiği bir dönemdi ve bugün hala insanları etkilemeyi başaran müzikler bu dönemlerde üretildi. Cem Karaca, Selda Bağcan ve Edip Akbayram Türkiye’de sanayileşmeyle birlikte 60’ların sonunda ortaya çıkan Anadolu rock türünün en önemli temsilcilerindendi. Ürettikleri müziklerin 70’li yıllardaki değişimi toplumsal mücadele dönemlerinin müzik üzerindeki etkisine örnek gösterilebilir. Dönemin halk ozanlarından Âşık Mahzuni Şerif’in; ya da Ruhi Su, Zülfü Livaneli gibi kent ozanlarının müzikal üretimlerinin zenginliği toplumsal mücadelelerin yükselmesiyle doğrudan ilişkilidir. Daha yakın bir tarihe, Gezi Parkı direnişine gidecek olursak bu dönemde tüm sanatsal üretimlerde olduğu gibi müziğin de ne denli zenginlik kazandığını hatırlarsınız. Gezi direnişi esnasında olduğu gibi sanatın evrildiği yer; sömürünün olmadığı, özgür, eşit bir dünyada üretilecek müzik için adeta bir önizleme sunup heyecan duymamıza neden oluyor.

 

 Marx’ın üretim ilişkileri yani “altyapı”nın tüm toplumsal, kültürel “üstyapı”yı etkilediği yönündeki teorisinin günlük hayatımızın hemen hemen her alanını açıklamada ne kadar muktedir olduğunu söylemek gerek. “Ekonomik etken tüm kültürel değişimin açıklanmasında belirleyici tek etken midir?” diye sorabilirsiniz. Engels kendilerine bu yönde eleştiri getirenlere şöyle diyor: “Maddeci tarih görüşüne göre, tarihin belirleyici etkeni, son çözümlemede, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx ne de ben bunun ötesinde bir şey söyledik. Ama biri çıkar da bu deyişe, ekonomik etken tek belirleyici etkendir anlamını yamamaya kalkışırsa onu soyutlaştırır ve saçmaya indirger. Ekonomik yapı etkendir; ama ideolojik üstyapı da etkendir. Bütün bu etkenler, karşılıklı etki halindedir…”

 

 Üretim ilişkilerinin değişmesi temel düzeyde müziğin değişmesini de sağlıyor. Hatta örnek verdiğimiz gibi farklı bir sosyal yapının düşüncesiyle ortaya çıkan toplumsal mücadeleler bile müziğin gelişiminde rol oynuyor. Kapitalizm her şeyi acımasızca tüketiyorken özgürce üretemiyor, söyleyemiyor, duyamıyor olsak bile sömürünün olmadığı, eşitlikçi, özgür bir dünyada duyacağımız nice güzel müziklerin olduğunu biliyor olalım.