Devrim ile Diktatörlük Arasında: İspanya İç Savaşı – Mehmet Mustafa

Tüm dünyanın gözlerini diktiği İspanya’da beklenen olmuş, 17 Temmuz 1936’da faşist güçler cumhuriyeti ve cumhuriyetin seçilmiş hükümetine karşı cunta hareketine girişmişti. Bu aynı zamanda yaklaşık üç yıl sürecek bir savaşın ilk adımıydı. Faşistlerin zaferiyle sonuçlanacak savaş İspanya’da 1975’e kadar sürecek Franco diktatörlüğünün de başlangıcı olacaktı.

İspanya İç Savaşında kaybedilen sadece cumhuriyet değildi. Tüm Avrupa’nın kaderini değiştirecek İspanyol devrimi de kaybedilmişti. Nitekim Franco’nun iç savaştaki en önemli destekçileri Hitler ve Mussolini faşizmin ispanyadaki zaferinin ardından dünyayı dolu dizgin ikinci dünya savaşına sürükleyecek ve antifaşistlerin üzerinde denenmiş silahlarıyla o güne kadar hiçbir savaşta görülmemiş büyüklükte can kaybına yol açacaktı. İspanya’da savaş tarihin öyle bir anında ortaya çıktı ki barbarlık ile sosyalizm arasında bir seçim yapılması kaçınılmazdı. Yalnızca cumhuriyetin faşistlere karşı savunulması, faşistlerin yenilgisinin ardından da silahların bırakılması mümkün değildi. İç savaşın kazanılması sosyalist devrimin yapılmasını zorunlu kılıyordu. Dolayısıyla faşistlerin, tarafsızlık yalanıyla faşistlerin yanında saf tutan emperyalist güçlerin ve Stalinistlerin en büyük korkusu tüm Avrupa’yı sarsması muhtemel bu devrimci durumdu. Bu yazıda faşistlerin ve sözde tarafsız kalan diğer güçlerin şaşırtıcı olmayan tutumundan ziyade İspanyol devriminin akamete uğramasında Sovyetler Birliğinin rolüne değinmeye çalışacağız.

Arka plan

İspanya sömürgecilik döneminin görkemli günlerini Sanayi Devriminin ardından yitirmiş. İngiltere, Fransa, Almanya’ya kıyasla geri kalmış bir ülkeydi. Üç can alıcı sorun ülkenin sürekli olarak gündemindeydi: Yapılamayan toprak reformu, kilisenin toplumsal ve siyasi hayatta kırılamayan gücü, çözümsüzlüğe terk edilmiş ulus sorunu.

1930 yılına gelindiğinde askeri diktatörlük çökmüş, 1931 yılında kralın tahttan uzaklaştırılmasıyla ikinci cumhuriyet ilan edilmişti. Cumhuriyetin kurulması ile başa gelen hükümet toprak reformu ve işçi hakları ile ilgili adımlar atmıştı. Fakat bu gelişmelerin tetiklediği karşı devrimci faaliyetler ve 1929 büyük buhranının getirdiği ekonomik problemler bu yeni hükümetin ömrünü kısaltmıştı. Sırada İspanya tarihine bienio negro (iki kara yıl) olarak geçecek tüm sağ grupları tek çatı altında toplamış olan CEDA (İspanya Özerk Sağcı Gruplar Konfederasyonu) ile Radikallerin ittifakından oluşan sağın iktidarı vardı. Büyük sınıf mücadelelerine sahne olacak bu iki yılda grevlerde, eylemlerde sağcı hükümetin sert tutumuna rağmen artış olacak kitleler giderek sola kayacaktı. Bu sol dalganın yükselişi esnasında özellikle üstünde durulması gereken olayların başında Asturias Komünü gelmektedir.

Asturias Komünü

 Yeni hükümete 3 CEDA’lının bakan olarak alınmasının ardından Asturias maden işçileri genel grev ilan etti. İşçiler hükümetin yatıştırma çabalarına aldırmadılar. Bölgenin başkenti Oviedo’yu ele geçirdikten sonra yerel yöneticileri idam edip yönetimi ellerine aldılar. İki hafta ayakta kalabilen komünde bölgenin büyük kısmı doğrudan devrimci işçiler tarafından yönetildi. Kolluk kuvvetleri ve para ortadan kaldırıldı. Yerel komiteler toplumsal bütün ihtiyaçları karşılıyordu. İki hafta sürmüş olsa bile Asturias’ta devrimci bir yönetim kurulmuştu. Silah fabrikalarını ele geçirip silah tedarik eden işçiler kırk bin kişilik bir ordu kurup devrimi kanla bastırmak için Fas’tan çağırdıkları -geleceğin diktatörü olacak- general Franco’yu görevlendiren hükümetle savaşa hazırlanmıştı. 40 yaşının altındaki işçiler silaha başına çağrılmıştı.

Asturias Komünü hükümette yarattığı büyük korku ölçüsünde kanlı şekilde bastırıldı. İki bin işçi öldürülmüş, otuz bin işçi tutuklanmıştı. Tutuklanan işçiler işkencelere maruz kalmış dışarda kalan yoldaşları ise işten çıkarma ve sürgünlerle ezilmişti. Dönemin sağcı liderlerinden biri Paris Komünü’nün bastırılması esnasındaki vahşiliği hatırlatarak ’bu infazlar sayesinde cumhuriyeti, kurumlarını ve düzeni kurtardılar’ diyecekti[1].

Komünün bastırılması ile sol dalga geri çekilmiş görünüyordu. Bu, iktidardaki sağcılar için bulunmaz bir fırsattı. Grev hakkı fiilen ortadan kaldırıldı, inşaat ve maden sektöründe çalışma süreleri uzatıldı. Köylülüğün durumu monarşi döneminin bile gerisine düştü. Sağcıların işçi sınıfına yönelik tüm saldırılarına rağmen kendi içlerindeki çekişmeler de bitmek bilmiyordu. Yeni hükümetler kuruluyor ve çok geçmeden dağılıyordu. Ülke yönetilemez hale gelmiş tekrar seçime gitmekten başka çare kalmamıştı.

İç Savaşa Doğru

Lev Troçki’nin Almanya’da yükselen faşizme karşı işçi sınıfı partilerinin bir araya gelip birleşik cephe oluşturması önerisine şiddetle karşı çıkıp Hitler’in iktidara yürüyüşünün önünü açan Stalinizm, ani bir fikir değişikliğiyle halk cephesi politikasını uygulamaya başlamıştı. “Avrupa’da faşizmin güçleniyor olmasının verdiği korkuyla “sosyal-faşist” söylemindeki aşırı sol tutumu bir kenara bırakan Stalin bu kez başka bir uca savrulmuştu. Öncesinde diğer işçi örgütleriyle geçici birliktelikleri veya platformları bile bu kesimleri burjuvazinin uşağı olarak gördüğü için reddeden Stalin, şimdi yalnızca diğer işçi örgütleriyle değil, burjuva sol, hatta sağ partileriyle de ittifaka cevaz vermişti.”[2] Kominterne bağlı komünist partiler artık burjuva partileriyle ittifak kuracaktı. PCE (İspanya Komünist Partisi) de bu yeni politikaya uygun olarak yaklaşan seçimlerde iktidar olacak sol ittifakın içinde yer almıştı. Bu sol ittifak burjuva cumhuriyetçiler, PSOE (İspanya Sosyalist İşçi Partisi), POUM (Marksist Birleşik İşçi Partisi) ve stalinist PCE’den oluşuyordu. Ayrıca anarko-sendikalist CNT (Ulusal Emek Konfederasyonu) tarafından dışardan destekleniyordu. 

Sol iktidara gelmişti fakat iki kara yılda işçi sınıfına, köylülere, azınlık uluslara uygulanan baskı ve şiddet mücadeleyi meclisin dışına taşımıştı. İç savaşa kadar olan sürede 13 genel grev ve 228 kısmı grev örgütlenmişti. İktidardaki sol hükümet ise hem kendi içinde bölünmüş hem de halkın mücadele pratiğinin gerisinde kalmıştı. Ilımlı bir görüntü çizmenin peşindeydiler. Yeni Cumhurbaşkanı Azana “Hiçbir tehlikeli yenilik istemiyoruz. Biz barış ve düzen istiyoruz. Biz ılımlıyız” diyecekti. Stalinist PCE ise şaşırtıcı olmayan şekilde hâlâ burjuva devriminin tamamlanması gerektiğini savunuyordu. Solun hali böyleyken faşistler uzun süredir üzerinde çalıştıkları darbe planını hayata geçirmeye hazırlanıyordu.

İç Savaş Başlıyor

Hükümetin darbeye karşı ilk tepkisi darbeyi ezmek değil darbecilerle -faşizmle- uzlaşmanın imkanlarını aramak olmuştu. İlk düğmenin yanlış iliklenmesiyle binlerce antifaşist milisin hayatına mâl olacak hatalar zinciri de başlamıştı. Kaybedilen yalnız cumhuriyet ve cumhuriyeti savunan milisler değildi. Faşistlerin saldırısı, Stalinizmin ihanetleri ve cumhuriyetçi cephe liderlerinin hatalarıyla tarihin akışını değiştirmesi muhtemel İspanya Devrimi de yitirilmişti.

17 Haziran 1936’da başlayan cuntanın başarıya ulaşıp ulaşmayacağı konusu herkes için muammaydı. Darbe başlamış fakat ülkenin tamamında kontrolü sağlayamamış halkın büyük direnişi ile karşılaşmıştı. Faşizmi ispanyaya hâkim kılmak için başlayan bu girişim bir devrimin yolunu da açabilirdi. Darbecilerin dışardan da aldıkları destekle vazgeçmeye niyetleri yoktu ve durum bir iç savaşı kaçınılmaz kılıyordu.

İç savaşın başlamasıyla “İşçilerin zamanında silahlandırıldığı her yerde (düzenli devlet güçlerinin de iş birliğiyle) ayaklanmanın bastırıldığı; darbe korkusu kadar devrim korkusunun da hâkim olmasıyla işçilerin silahlandırılmadığı ya da çok geç silahlandırıldığı yerlerdeyse darbecilerin üstün geldiği konusunda tarihçiler arasında genel bir mutabakat vardır.”[3] Hükümet yalnız darbenin başarılı olmasından korkmuyordu aynı ölçüde bir devrim ihtimalinden de korkuyordu. Bu korkuyu İspanya’dan çok uzaklarda olmasına rağmen daha derinden hissedenlerse Sovyetler Birliğindeki Stalinist bürokrasiydi. Avrupa’da meydana gelecek bir devrimin yaratacağı tehlikenin farkındaydılar. Tüm bunlara rağmen İspanyol işçi sınıfı darbecilere kahramanca karşı koyuyordu. Felix Marrow durumu “Tek kelimeyle: Kendi kaderini hükümete pek fazla bağlamadan proletarya, faşistlere karşı bir ölüm kalım savaşını başlatmıştı.” diye açıklayacaktı. Darbeciler hızlı bir askeri zafer umarken işçiler, birçok yerde fiili olarak yönetimi ele geçirmiş ikili iktidar durumu ortaya çıkmıştı. O günlerin tanıklarından yazar Goerge Orwell Katalonya’ya Selam romanında şöyle yazacaktı:

“İşçi sınıfının ipleri elinde tuttuğu bir şehri ilk kez görüyordum. Küçüklü büyüklü bütün binalar fiilen işçiler tarafından zapt edilmiş ve kızıl bayraklarla ya da Anarşistlerin kızıl-siyah bayraklarıyla donatılmıştı. Her duvara orak-çekiç ve devrimci partilerin isimlerinin baş harfleri çiziktirilmişti. Hemen hemen bütün kiliseler kundaklanmış, tasvirleri de yakılmıştı. Şurada buradaki kiliseler işçi çeteleri tarafından sistemli olarak tahrip ediliyordu. Her dükkân ve kahvehanede, kolektifleştirildiğini belirten bir yazı asılıydı. Hatta ayakkabı boyacıları bile kolektifleştirilmişti, sandıkları da kırmızı ile siyaha boyanmıştı.”

Karşı Devrim

Bu ikili iktidar Rusya’da Ekim Devrimine giden sürecin benzeriydi. Stalinist PCE – Sovyetler Birliğinden gelen emirler doğrultusunda- ise Ekim Devrimi giden yolda geçici hükümete katılan Menşeviklerin tutumuna benzer bir tutum takınmıştı. Faşistlerin ele geçirdiği yerleri kurtarmak yerine işçilerin kurduğu iktidar organlarını yıkmak peşindeydi. Tarihçi Hugh Thomas durumu “Komünistlerin yeni bir slogan uydurdukları söyleniyordu: ‘Saragossa’yı ele geçirmeden önce Barcelona’yı ele geçirmek zorundayız”‘. diye özetler. Saragossa’nın faşistlerin Barcelona’nın ise işçilerin elinde olduğunu belirtmeye gerek yok.

İkili iktidar durumu çok sürmedi. Burjuva hükümet proleter iktidarı yendi ve işçi komitelerini derhal dağıttı. Bu kararı işçilerin silahlandırılması izledi. İşçi iktidarı ile burjuva hükümetin yönetimi arasındaki farkı göstermek için yine Goerge Orwell’in Katalonya’ya Selam romanının sonraki sayfalarına bakmakta fayda var:

 “Şimdi işler normale dönüyordu. Güzel restoran ve oteller aç kurtlar gibi pahalı yemeklere saldıran zenginlerle doluyken, işçi sınıfı nüfusu için gıda fiyatları ücretlerde denk herhangi bir artış olmadan tırmanışa geçmişti. Her şeyin pahalı olması bir yana, tabii ki her zaman zenginden çok yoksulu vuran şu ya da bu malda sık sık kıtlık yaşanıyordu. Restoran ve oteller, diledikleri şeyleri bulmakta fazla zorluk yaşamıyormuş gibi görünüyorlardı. Ama işçi sınıfı mahallelerinde ekmek, zeytinyağı ve diğer ihtiyaç malları için yüzlerce metrelik kuyruklar görülüyordu. Önceden Barcelona’da hiç dilenci olmamasına şaşırmıştım; şimdiyse etraf dilenci kaynıyordu. Las Ramblas (Caddesi’nin) ucundaki şarküterilerin dışında, dükkanlardan dışarı çıkan herkesin üstüne üşüşen ve yiyecek dilenen sürüler halinde, yalınayak çocuklar bekleşiyorlardı. “Devrimci” dil giderek tedavülden kalkıyordu. Bugünlerde yabancıların size ‘tu’ ve ‘camarada’ diye seslendiklerine pek tanık olmuyordunuz; genellikle senor ve Usted sözcükleri duyuluyordu. ‘Salud’un yerini ‘Buenos dias’ almaya başlamıştı. Kolalı gömlekleriyle garsonlar geri dönmüşlerdi ve mağaza işçileri her zamanki gibi yalakalık ediyorlardı… Bahşiş verme geleneği çaktırmadan geri dönmüştü… birçoğu işçi devriyelerince kapatılmış olan kabare şovları ve lüks genelevler hızla yeniden açılmıştı.”

Karşı devrimin ardından stalinizm saldırıya geçti. Mayıs Olayları diye tarihe geçen olaylarda Barcelona’da işçiler barikatlar kurup stalinizme karşı direnişe geçmiş. Anarşist liderliğin yatıştırma çabalarına aldırmayıp şehrin kontrolünü ele almışlardı. Fakat birkaç gün süren işçi direnişinin ardından direnişi örgütleyen örgütlerin geri çekilme kararı alması tarihi bir hata olacaktı. Bine yakın devrimci olaylar sırasında ölmüş, şehir karşı devrimcilere teslim edilmişti. Troçki Mayıs Olaylarının ardından şunları yazacaktı:

“Eğer Katalan proletaryası (tıpkı Temmuz 1936’daki gibi) Mayıs 1937’de iktidarı ele geçirseydi, bütün İspanya’nın desteğini alırdı. Burjuva-stalinist gericilik, Katalan işçilerini ezmek için iki alay bile bulamazdı. Franco’nun işgalindeki topraklarda sadece işçiler değil, köylüler de Katalan proletaryasına yanaşır; faşist orduyu tecrit eder ve onun kaçınılmaz sonunu hazırlarlardı. Bu koşullarda herhangi bir yabancı hükümetin alaylarını İspanya’nın yangın yerine dönmüş topraklarına sokma riskini alıp alamayacağı şüpheli. Müdahale maddi bakımından imkansız ya da en azından son derece tehlikeli olurdu.

Tabii ki her ayaklanmada bir belirsizlik ve risk unsuru vardır. Ama olayların sonraki seyri, yenilgi halinde bile İspanyol proletaryasının durumunun şimdikiyle kıyaslanamayacak ölçüde daha elverişli alabileceğini kanıtlamıştır; devrimci partinin proletaryanın geleceğini garanti altına alabileceğinden bahsetmiyoruz bile.”[4]

Mayıs Olaylarının ardından karşı devrimci faaliyet hızlanarak devam etti. İlk hedef POUM’du. Yürütme Komitesinin tüm üyeleri tutuklandı. Andres Nin gizlice infaz edildi. POUM’a yönelik saldırıya karşı çıktığı için başbakan Largo Caballero görevden alındı, tutuklandı ve tüm siyasi faaliyetlerden men edildi. Casusluk ve vatana ihanetle mücadele için özel mahkemeler kuruldu. Sendika toplantısı için yapmak için en üç gün öncesinden kamu düzeni kurulundan izin almış olmak gerekliydi. Çıkarılan bir genelge ile Rus hükümetini eleştirmek de yasaklanmıştı. İşçilerin el koyduğu fabrika ve topraklar eski sahiplerine iade edilmeye başladı.

Sonuç

Karşı devrim başarılı olmuştu, işçi ve köylüler kazanımlarını kaybetmişti. Franco’nun zaferi artık sadece an meselesiydi ve 1 Nisan 1939’da da kalıcı zaferini ilan etti. İspanya’da Franco’nun ordusunu durduracak olan sadece sosyalist devrimdi. Sosyalist devrim ise burjuva cumhuriyetçilerin ve Stalinistlerin eliyle boğulmuştu. İspanya İç Savaşının -ve bu yazının- en güzel özeti Troçki’nin şu sözleridir:

 “Eğer köylüler toprağı, işçiler ise fabrikaları ele geçirmiş olsaydı Franco hiçbir zaman bu zaferi onların ellerinden alamazdı!”

İspanyol Devrimi özünde sosyalistti: İşçiler defalarca burjuvaziyi devirmeyi, fabrikalara el koymayı denedi; köylüler, toprak sahibi olmak istedi. Stalinistlerin liderliğindeki halk cephesi, burjuva demokrasisini yaşatmak adına sosyalist devrimi boğdu. İşçi ve köylü kitlelerinin hayal kırıklığı, umutsuzluğu, cesaretlerinin kırılması, cumhuriyetçi ordunun moral bozukluğu ve sonuç olarak askeri çöküşü bu yüzden yaşandı.”[5]

 

 

 

[1] G. Stanley Payne, The Collapse of Spanish Republic, 2006, s. 98

[2] https://birikimdergisi.com/guncel/7816/ispanya-ic-savasi-na-giden-yol

[3] Ferit Burak Aydar, İspanya İç Savaşının İzinde, 2017, s. 222

[4] Trotsky, The Spanish Revolution, s. 277, 279.

[5] age, s. 347