Kapitalizm, Bilim ve Atom Bombası: Oppenheimer – Denizhan Eren

Nükleer savaş hayaleti insanlık için dehşet verici bir tehdit oluşturmakla kalmıyor, aynı zamanda kapitalizm ve emperyalizmin karmaşık meseleleriyle de derinden iç içe geçiyor. Rusya ve Ukrayna arasındaki savaş nükleer savaş olabilme gerçeğini bize bir kez daha hatırlattı.  Bu yüzden Christopher Nolan’ın Oppenheimer’ın hayatının anlattığı filminin bu savaş döneminde vizyona girmesinin ayrı bir anlamı var.  J. Robert Oppenheimer’ın hayatı ve Manhattan Projesi sırasındaki çalışmaları bilim, kapitalizm ve nükleer savaş tehlikesi arasındaki karmaşık ilişkiye ışık tutmaktadır. Oppenheimer’ın katılımı, bilimsel ilerleme ile ulusal çıkarların kapitalist bir çerçevede kesişmesini örneklemektedir. Bununla birlikte, siyasi kaygıları da gündeme getirmekte ve nükleer çatışmanın potansiyel yıkıcı sonuçlarının altını çizmektedir. Bu nedenle Oppenheimer’ın hikâyesini anlamak bilim, siyaset ve güç arayışı arasındaki karmaşık etkileşime dair değerli bilgiler sunmaktadır.

Oppenheimer Kimdir?

Robert Oppenheimer, önde gelen bir Amerikalı fizikçi ve İkinci Dünya Savaşı sırasında atom bombasının geliştirilmesindeki kilit isimlerden biriydi. Oppenheimer 22 Nisan 1904’te New York’ta doğdu ve varlıklı bir Yahudi ailede büyüdü. Genç yaşlardan itibaren olağanüstü akademik yetenekler gösterdi ve Harvard Üniversitesinde fizik okumaya devam etti.  Kariyeri boyunca teorik fiziğe, özellikle de kuantum mekaniği alanına önemli katkılarda bulundu. Elektron ve pozitron teorisi, kuantum elektrodinamiği ve atom altı parçacıkların davranışı gibi çeşitli konularda araştırmalar yaptı. Fizikte değmediği alan yoktu.

Ancak Oppenheimer en çok, 1943 yılında Los Alamos Laboratuvarı’nın bilimsel direktörü olarak atandığı ve ilk atom bombasını geliştiren çok gizli araştırma programı olan Manhattan Projesi’ndeki rolüyle tanınır.  Manhattan Projesi, İkinci Dünya Savaşı sırasında atom bombası geliştirmek amacıyla Amerika Birleşik Devletleri tarafından yürütülen çok gizli bir araştırma projesiydi. 1939 yılında başlayan proje, çeşitli disiplinlerden bilim insanları, mühendisler ve askeri personelin iş birliğini içeriyordu. Kod adı “Trinity” olan atom bombasının başarılı testi 16 Temmuz 1945’te New Mexico’da gerçekleşti. Ağustos 1945’te Hiroşima ve Nagazaki’nin bombalanmasında atom silahlarının kullanılmasının önünü açmak anlamında tarihte bir dönüm noktası oldu.

Marksist bir perspektiften bakıldığında, bilim ve siyaset arasındaki ilişki sınıfsal bir temele dayalıdır. Üretim araçlarını kontrol eden egemen sınıf, bilimsel araştırma ve teknolojik gelişme üzerinde de kontrole sahiptir. Bu kontrol, bilimsel bilgi ve teknolojiyi kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde şekillendirmelerine ve iktidarlarını sürdürmelerine olanak tanır.  Manhattan Projesi örneğinde, proje, dünyada emperyalist hakimiyetini sürdürmek ve ekonomik çıkarlarını güvence altına almak isteyen ABD hükümeti tarafından yönlendirilmişti.

Fizikçiler atomların içerisinde muazzam bir enerji olduğunu biliyordu ama ilk başta bunun kullanılamayacağını düşünülüyordu. 20. Yüzyılın başındaki en büyük atom fizikçilerinden olan Ernest Rutherford da bunlardan biriydi. Nükleer fisyonun 1938 yılında Otto Hahn ve Fritz Strassmann tarafından keşfedilmesi ve ardından Lise Meitner ve Otto Frisch tarafından açıklanması ile bu enerjinin kullanılabileceği açığa çıktı. Hatta ilk başta bilim insanlarının bu konuyla ilgili yazdığı yayınlarda ciddi bir düşüş yaşanmıştı çünkü buluşlarının bir bombaya kadar gidebileceğini hemen anlamaları onları otosansüre yönlendirmişti. Ancak Hitler’in Polonya işgali onun hedefine ulaşması için hiçbir etik bariyerin onun durduramayacağı konusunda fizikçileri uyarmaya yetti. 2 Ağustos 1939’da Albert Einstein ve Leo Szilárd, ABD başkanı Roosevelt’e fizik biliminin çok güçlü bir bomba yapabilecek seviyeye ulaştığını, Almanların bunu kullanabileceğine dair bir uyarı içeren bir mektup yolladı. Durumu ciddiye alan Amerikan egemen sınıfı kendi bombasını geliştirmek için bütün kaynaklarını bu meseleye yöneltmeye başladı.  Bu proje için yaklaşık 2 milyar dolar harcandığı tahmin ediliyor ki bu rakam bugünün parasıyla yaklaşık 28 milyar dolara denk geliyor. Bu büyüklükteki yatırım, savaş sırasında atom silahlarının geliştirilmesine verilen aciliyet ve önemi yansıtır. Bu yatırım araştırma ve geliştirme, tesislerin inşası, malzeme tedariki ve personel alımı dahil olmak üzere çok çeşitli amaçlar için kullanılmıştı.

Oppenheimer’ın kendisi sol eğilimli siyasi görüşlere sahipti ve entelektüel ve bilimsel çevrelerinde Amerikan Komünist Partisi’ne (CPUSA) katılan kardeşi Frank Oppenheimer ve daha önce Komünist Parti üyesi olan eşi Kitty Oppenheimer gibi yakınları, meslektaşları ve tanıdıkları vardı. Kendisinin resmi olarak Komünist Parti üyesi olduğuna dair kanıt olmasa da, toplantılara katılmış ve üyeleriyle sosyal ilişkilerde bulunmuştu.  Solcu aydınların davalarına destek olmuş, İspanya İç Savaşı’ndaki Cumhuriyetçilere bağışta bulunmuştu. Oppenheimer’ın varlıklı bir aileden gelişi bu açıdan bir tezat oluşturuyor gibi görünse de bu dönemde Alman faşizminin yükselişi nedeniyle birçok bilim adamı ve entelektüelin Marksizme doğru yöneldiğini veya sempati gösterdiğini belirtmek gerekir. Mesela CPUSA’nın iyi eğitimli ve hassas savaş zamanı endüstrilerinde çalışma olanağı olan binlerce üyesi vardı.

Bilim insanlarının içinde bu kadar ciddi bir komünist etkisi varken ve bunun Sovyetlere bilgi sızdırma tehlikesi içerdiği bilinirken neden bu kadar solcu veya sempatizanın bu projeye girmesine izin verildiği sorulabilir. ABD dünya savaşını kazanmak ve hegemonyasını güçlendirmek için bu riski almayı tercih etti, atom silahlarının geliştirilmesini ilerletmek için siyasi eğilimleri ne olursa olsun bu bilim adamlarının entelektüel yeteneklerinden yararlanmanın önemini kabul etti. Manhattan Projesi multidisipliner bir yaklaşım ve fizik, kimya ve mühendislik gibi çeşitli alanlardan uzmanların iş birliğini gerektiriyordu.

Ancak bu hiçbir zaman hoş görüldükleri anlamına gelmiyordu. Manhattan Projesi sırasında ABD hükümeti, Sovyetlere casuslar aracılığıyla bilgi sızmasından korktuğu için bilim adamlarına karşı birtakım önemler almayı ihmal etmedi. Proje bölümlere ayrılmıştı, yani bireylere sadece “bilmesi gereken” bilgiye erişim izni verilmişti. Projeye dahil olan herkes projenin geneline ilişkin kapsamlı bir anlayışa sahip değildi. Bu bölümlere ayırma, bilgi sızıntısı riskini en aza indirmeye yardımcı oldu ve projede çalışanların bilgisini sınırlandı. Bilim insanları, mühendisler, teknisyenler ve destek personeli de dahil olmak üzere tüm personelin sıkı bir güvenlik soruşturmasından geçmesi gerekiyordu. Sadakati sağlamak ve güvenilirlik derecesini belirlemek için geçmiş kontrolleri yapıldı. Üst düzey izinler gizli bilgilere erişim sağlarken, alt düzey izinler belirli görevlerle sınırlıydı. Manhattan Projesi; Los Alamos, New Mexico ve Oak Ridge, Tennessee gibi uzak ve izole araştırma sahaları kurdu. Bu tesisler, casusluk ve proje detaylarının izinsiz olarak ifşa edilmesi riskini en aza indirmek için seçilmiştir. Giriş ve çıkış noktaları yakından izlenmiş ve erişimi kontrol etmek için sıkı güvenlik önlemleri alınmıştır.  Projede bilim adamlarının ve çalışanların faaliyetlerini izlemek için bir güvenlik aygıtı kullanıldı. Güvenlik personeli araştırmacıları gözetim altında tutarak güvenlik protokollerine uyulmasını sağladı ve yetkisiz iletişim ya da sızıntıları önledi. Bu iç gözetim, sürekli bir inceleme atmosferi yarattı ve bilim insanları üzerinde gizliliği korumaları için baskı oluşturdu.

Projedekiler Sonrasında Neyle Karşılaştı?

Peki bütün bunlara rağmen atom bombasını ABD egemenlerine armağan eden fizikçilerin başına ne geldi? 1950’lerde yoğun anti-komünist soruşturmalar ve zulüm dönemini ifade eden McCarthy döneminde, Manhattan Projesi bilim adamlarından bazıları soruşturma ve çeşitli baskılarla karşı karşıya kaldı.  Projede çalışmış olan birçok bilim insanı, özellikle komünistler veya komünist olmasalar da sol örgütlerle herhangi bir ilişkisi olduğu düşünülenler sadakat soruşturmalarına tabi tutuldu. Bu soruşturmalar onların ABD’ye olan sadakatlerini belirlemeyi amaçlıyordu ve genellikle itibarlarına ve kariyerlerine zarar veriyordu. Bazı bilim insanları, komünist sempati iddiaları nedeniyle istihdamdan menedilmeyi veya “yıkıcı” olarak etiketlenmeyi içeren kara listeye alınmayla karşı karşıya kaldı. Bu durum iş bulmalarını son derece zorlaştırdı ve önemli mesleki sıkıntılara neden oldu.

Oppenheimer da elbette bu baskıdan nasibini aldı. Zaten projenin başından beri komünist bağlantılarından şüphe ediliyordu, savaştan sonra nükleer silah karşıtı konuşmaları kamuoyundaki büyük etkisinden dolayı ABD egemenlerini iyice kızdırdı. 1953 yılında Atom Enerjisi Komisyonu (AEC) Oppenheimer’ın güvenlik iznine ilişkin resmi bir soruşturma başlattı. Soruşturma, Oppenheimer’ın derneklerinin ve siyasi eğilimlerinin onu komünizmin etkisine açık hale getirip getirmediğini ve hassas nükleer bilgiler konusunda kendisine güvenilip güvenilemeyeceğini belirlemeye çalışıyordu. Adil olmadığı bilinen ve gizli yürütülen bu soruşturma, Oppenheimer’ın ilişkilerinin ve eylemlerinin güvenilirliği konusunda şüphe uyandırdığını ilan eden bir kararla sonuçlandı. 1954 yılında AEC, Oppenheimer’ın güvenlik iznini iptal ederek gizli hükümet projelerine katılmasını fiilen yasakladı. Oppenheimer’ın güvenlik izninin iptal edilmesinin kariyeri ve bilim camiasındaki konumu üzerinde önemli bir etkisi oldu. Gizli çalışmalara ve hükümet fonlarına erişimini kaybetti ve hükümetle ilgili araştırma hibeleri ve pozisyonları için fırsatları ciddi şekilde sınırlandı. Ancak 1963 yılında, John F. Kennedy’nin başkanlığından sonra, Başkan Lyndon B. Johnson Oppenheimer’a nükleer bilime yaptığı olağanüstü katkılardan dolayı Enrico Fermi Ödülü’nü verdi, bu Oppenheimer’a yapılan muameleye ilişkin kamuoyu görüşünde bir yumuşamayı işaret ediyordu. Yine de FBI, yaşamı boyunca Oppenheimer’ın evinden çıkan çöpleri bile kontrol etti. Öldüğünden sonra kızı bile ABD egemenlerinin baskısından kurtulamadı. Toni Oppenheimer Birleşmiş Milletler’de çevirmen olarak görev almak için çalışmış ancak FBI tarafından güvenlik izni verilmemişti. Birleşmiş Milletler tarafından reddedilmesinin hayal kırıklığı yaratan sonucunun ardından Toni, Virgin Adaları’na taşındı ve nihayetinde 1977 yılında intihar ederek öldü.

Bütün bunlar bilim ile kapitalizmin arasında ciddi bir organik bağ olduğunu, bilimin asla sosyal hayattan kopuk bir fanus içinde yapılamayacağının, bilimin asla tarafsız olamayacağının ve bilimin kapitalist ilişkiler içinde asla özgür olamayacağının sayısız kanıtlarından biridir. Oppenheimer ve onun gibi birçok bilim insanı bu yüzden ABD egemenlerine yaptığı hizmetlere rağmen egemenler için bir tehlike oluşturdukları ölçüde harcandılar.

Christopher Nolan’ın “Oppenheimer” filminde atom bombasının tarihi iki tip insan modelinin çatışması olarak ortaya atılıyor- birincisi McCarthy gibi pragmatistler, ikincisi ise Einstein gibi idealistler (felsefi anlamda pragmatizm ve idealizm değil). Film tarihsel gelişmeleri hatalı bir biçimde insanların bireysel rollerine, kişiliklerine indirgiyor. Bu insan tiplerinden ilkine dahil olan bazı fizikçiler (Teller) veya politikacılar (Truman), savaşların ve katliamın sebebi, insanoğlundaki güç hırsının kaynağı olarak görülüyor.

Ama bu filmi Nolan’ın “Batman: Dark Knight” filmi gibi belli kişilerin olduğu kahramanlar üzerinden anlatmak bütün resmi görmemizi engelliyor. Bu insanların hiçbiri toplumun içinde yoktan var olan kişiler değiller, emperyalizmin hakim olduğu bir toplumun ürünü olarak karşımızdalardı. Emperyalizm, genişleyen pazarlara, kaynaklara erişime ve sermaye birikimine duyulan ihtiyaçtan kaynaklanan, kapitalizmin doğasında var olan bir özelliktir. Emperyalist güçler ekonomik çıkarlarını güvence altına almak ve hakimiyetlerini sürdürmek için jeopolitik mücadelelere girişirler. Nükleer silahlar bu güç mücadelelerinde baskı ve caydırıcılık aracı olarak hizmet ettiğinden, nükleer savaş tehdidi emperyalizmle iç içe geçmiştir.

O sırada ABD emperyalist piramidin tepesini hedefliyordu. Yani Almanya’nın bir nükleer bomba geliştireceği korkusu ABD’nin kendi silahını geliştirmesi konusunda ciddi bir şekilde ittirse de temel sebebi değildi. Zaten bu yüzden ABD, Almanya tehlikesi geçtiğinde Manhattan Projesi’ni bitirmedi çünkü hegemonyasını devam ettirebilmek için diz çöktürmek istediği güç bu sefer Sovyet Rusya oldu. Japonya teslim olmak üzere olmasına rağmen ABD önce 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya, 9 Ağustos 1945’te de Nagazaki’ye atom bombasını attı. Nükleer tehdit altında olan Sovyetler Birliği de daha sonra nükleer silahlanma savaşına girdi. ABD, 1952’de atom bombasından çok daha etkili ve yıkıcı bir silah olan hidrojen bombasını geliştirdi. İlk hidrojen bombası 1954 yılında Büyük Okyanus’taki Marshall Adaları’na atılarak ABD tarafından denendi. Atılan bomba Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının yaklaşık 1.000 katı gücündeydi.

Bugün 9 ülkenin atom bombası var: Rusya, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa, Çin, İsrail, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore. Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri, toplam küresel envanterin yüzde 93’ünü oluşturarak en büyük konsantrasyonlara sahiptir. Ayrıca, nükleer silah programlarına sahip olup olmadıklarının net olmadığı belirsiz vakalara veya gri alanlara sahip olduğu tespit edilen ülkeler de vardır.

Bu atom bombalarının tek bir süper gücün elinde olmaması Oppenheimer ve bazı diğer bilimcileri ülkeler arasında savaş olmaması için caydırıcı etki yaratabileceğine inandırıyordu. Ancak doğrudan büyük bir nükleer savaş günümüze kadar yaşanmamış olsa bile bu ABD ve Rusya gibi süper güçler arasında vekalet savaşlarının olmasını, milyonlarca sivilin ölümünü engellemedi. Nükleer silahların ülkeler arasında nükleerin kullanılmaması açısından denge yarattığı bile şüpheli, Rusya-Ukrayna savaşı bunu bize gösterdi. ABD’nin desteğindeki Ukrayna ve Rusya savaş içerisinde. Rusya bugün tehlikede olduğunu hissederse nükleer silah kullanabileceği konusunda tehditler savurarak ABD’yi caydırmaya çalışıyor. Şimdilik Rusya’nın bu tehdidi blöf gibi gözükse de ileride ülkelerin bu tarz tehditlerinin ciddileşebilecek seviyeye gelebileceğini gösteren işaretler var. Bu yüzden Oppenheimer ve diğer optimist fizikçilerin bu tür silahların bir daha kullanılmayacağı, silahlanılsa da karşılıklı nükleer silahlanmanın savaşları bitireceği düşüncesinin yanlış ve idealist olduğu tarih içinde daha net ortaya çıktı.

 Oppenheimer Nasıl Oldu da Görev Aldı?

Peki Oppenheimer gibi sol eğilimli olan bir bilim insanı nasıl oldu da bu projenin başına geçmeyi kabul etti? Başta bu projeyi çok desteklese de (hatta Oppenheimer atom bombasının Japonlara atılma şekli ile nasıl daha çok zarar verebileceği konusunda bile bilgi verir) Nagazaki’ye atılan atom bombası onu kendine getirmiş gibidir. Savaştan sonra  Oppenheimer atom silahlarının uluslararası kontrolünün savunucusu oldu ve Birleşik Devletler Atom Enerjisi Komisyonu’nun kurulmasında kilit rol oynadı. Kamuoyunda bu bombaların bir daha kullanılmaması gerektiği konusunda hükümet ile başının belaya gireceğini bilmesine rağmen taraf oldu, hatta Beyaz Saray’da Truman ile birebir görüşüp onu ikna etmeye çalıştı ancak bütün bunlar genel olarak sadece başının belaya girmesine sebep oldu. Oppenheimer bütün bunların olabileceğini öngöremedi mi? Sadece Oppenheimer’ın çelişkili kişiliğine bakarak bunu açıklamak mümkün değildir. Oppenheimer’in kişiliği ve bundan kaynaklanan motivasyonu elbette önemliydi, ama bu kişiliği o dönemin sosyal ve politik durumundan bağımsız değildi. 

Öncelikle şunun anlaşılması gerekir: Manhattan projesi zaten Oppenheimer’ın tek başına gerçekleştirdiği bir proje değildir. Proje, farklı disiplinlerden bilim insanları, mühendisler ve askeri personelin ABD’nin desteğiyle iş birliği içerisinde yer aldığı bir çalışmayı içeriyordu. ABD zaten ciddi bir kaynağı bu projenin gerçekleşmesine harcamıştı. Bilimsel ilerleme tek bir dahinin becerisinden kaynaklanmaz, tıpkı sanayi üretimi gibi kollektif bir emeğin sonucudur. Yani Oppenheimer olmasa idi yerine başka bir fizikçi bulunur, bu proje yine gerçekleşirdi( Oppenheimer seviyesinde bir dahi bulunamayabileceğinden bu farklı bir hızda olabilirdi). Aynı şey devlet kurumları için de geçerlidir, devlet kurumları da tek başına isleyen mekanizmalar değildir. Bu yüzden ABD’nin tepesinde General Groves veya Truman gibiler olmasaydı da ABD çok farklı davranmayacaktı.

Oppenheimer bütün bunları iyi biliyordu, sisteme karşı gelebilmek için kolektif ve örgütlü bir güç gerekiyordu. Ama en büyük problemlerden bir başkası da zaten buydu çünkü bu kolektif ve örgütlü gücü sağlayabilecek Amerikan Komünist Partisi (CPUSA) bu alternatifi ortaya koymadı. O zamanlar Stalin Rusya’sı tarafından dünyadaki komünist partilerine faşizme karşı halk cephesi taktiği dayatılıyordu. Ortak düşmana karşı birleşik bir cephe oluşturmak için liberaller ve sosyal demokratlar gibi faşizme karşı sosyalistlere müttefik olabileceğine inanılan gruplarla ittifaklar ve koalisyonlar kurma kararı alınmıştı. Bu taktiğin asıl anlamı şuydu: artık önemli olan sosyalist devrimler değildi, Stalin ile yozlaşmış olan ‘anavatan’ Rusya’nın korunmasıydı.

Bu nedenle Sovyetler Birliği’nin 1941 yılında savaşa girmesi Komünist Parti’nin duruşunu şekillendirmede önemli bir rol oynamıştır. Parti, ABD’yi faşizme karşı mücadelede bir müttefik olarak kabul etti ve savaş çabalarını desteklemenin önemini vurguladı. CPUSA’nın gazetesi Daily Worker, emperyalist müttefiklerle birlikte Hitler’e karşı savaş çağrısında bulundu ve mücadele sloganları ana mesele olarak Hitler’in yenilgisini vurguladı. Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombaları atıldığında bile CPUSA hiçbir itirazda bulunmadı. Tüm bunlar olurken Oppenheimer gibi bilim insanlarının kafasının karışması şaşırtıcı değildi. Ne de olsa, atom bombasının geliştirilmesinin Hitler’in yenilgisini, faşizme karşı mücadeleyi sağladığına inanıyordu. Tüm bunlar, aydınları ve işçi sınıfını bir araya gelerek bağımsız bir örgütlenme ve harekete geçmekten alıkoydu. Uluslararası dayanışma yerine ulusal çıkarlara öncelik verdi, devrimci ilkelerin sulandırılmasına ve işçi sınıfının burjuvazinin çıkarlarına tabi kılınmasına yol açtı.

Ama devrimci Marksist geleneği devam ettirip ABD karşısında doğru tavır alan devrimciler de vardı. Bunlardan biri James Patrick Cannon’dı. ABD Komünist Partisi’nden 1928 yılında ihraç edilmesinin ardından Cannon, Amerika Komünist Birliği, Amerika İşçi Partisi ve Sosyalist İşçi Partisi’nin ulusal sekreterliğini yaptı. Troçki’nin devrimci mirasını savunduğu 22 Ağustos 1945 tarihli konuşmasında Cannon, atom bombalarını emperyalist bir vahşet olarak sert bir dille kınadı:

“Amerikan emperyalizmi iki atom bombasıyla, iki hesaplı darbede yarım milyon insanı öldürdü ya da yaraladı. Genç ve yaşlı, beşikteki çocuk ve yaşlı ve sakat, yeni evli, sağlıklı ve hasta, erkekler, kadınlar ve çocuklar hepsi Wall Street emperyalistleri ile Japonya’daki benzer bir çete arasındaki bir kavga yüzünden iki darbede ölmek zorunda kaldı. Amerikan emperyalizmi Doğu’ya uygarlığı işte böyle getiriyor. Ne tarifsiz bir vahşet! Bir zamanlar New York limanına dünyayı aydınlatan bir Özgürlük Heykeli diken Amerika’nın başına ne büyük bir utanç geldi. Şimdi dünya onun adından dehşetle geri çekiliyor… Bu çılgınları durdurmamız ve gücü ellerinden almamız gerekmiyor mu? Tüm dünya halklarının bunun daha fazla devam edemeyeceğini, bunu değiştirmenin bir yolu olması gerektiğini düşündüğünden şüphe edebilir miyiz? Uzun zaman önce devrimci marksistler insanlığın önündeki alternatifin ya sosyalizm ya da yeni bir barbarlık olduğunu, kapitalizmin yıkılma ve uygarlığı da beraberinde sürükleme tehdidi altında olduğunu söylemişlerdi. Ancak bu savaşta geliştirilen ve gelecek için öngörülenler ışığında, sanırım artık alternatifin daha da kesinleştirilebileceğini söyleyebiliriz: İnsanlığın önündeki alternatif sosyalizm ya da yok oluş! Bu, kapitalizmin kalmasına izin verilip verilmeyeceği ya da insan ırkının bu gezegende hayatta kalmaya devam edip etmeyeceği sorunudur.”

Kapitalizmin bilim ve nükleer savaş tehdidi üzerindeki etkisi göz ardı edilemez. Kapitalizmin kâr odaklı yaklaşımı bilimsel ilerlemeyi engellemekte ve silahlanma yarışını sürdürmektedir. Bilimi kapitalizmin kısıtlamalarından kurtarmak ve nükleer savaş tehlikesiyle etkin bir şekilde mücadele etmek için sosyalizmi benimsemek zorunludur. Kolektif refah ve ülkeler arası sınırların olmayacağına odaklanan sosyalizm, daha eşitlikçi ve barışçıl bir dünyaya giden yolu sunmaktadır. Kapitalizmi ortadan kaldırıp sosyalizmi inşa ederek bilimin insanlığın iyiliğine hizmet ettiği ve nükleer savaş tehdidinin ortadan kalktığı bir geleceğe doğru ilerleyebiliriz.