Bir Başka mı? – Resul Altınok

 Netflix’te geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Bir Başkadır” dizisi beraberinde tartışmaları da getirdi. Dizinin vermeye çalıştığı mesaj ve nasıl bir Türkiye tablosu çizdiği üzerine konuşulmaya değer. Bir Başkadır… “Benim Memleketim” şeklinde tamamlamamız beklenen bu isimle zaten bize baştan bir “uzlaşı çağrısı” ile ilk mesajını veriyor.

 Her birisi, kendi kimliklerinin en “idealize” edilmiş “tip”lerinden oluşan muhafazakar yoksul, üst sınıf militan-laik, liberal Kürt, İslamcı Kürt… karakterler etrafında bir memleket manzarası çizdiğini iddia eden bir yapım 2020 yılının son aylarında Türkiye konjonktüründe kabak tadını çoktan vermiş basit merkez-çevre ikiliklerinin yeni versiyonlarını önümüze yeniden koyuyor.

 AKP’nin yükselişini borçlu olduğu bu kimlik çatışması ekseninden “uzlaşma” çağrısı çıkarabilmek için, önce dizide idealize edilmenin de ötesinde karikatürleştirilen “tip”lerin temsiliyetinin sorgulanması gerekli.

 Çok başarılı oyunculukların; karakterlerin kültürel dünyalarının detaylarının; repliklerin her birine baktığımızda “evet bu tam da böyle” diyebileceğimiz pek çok detay var. Bu açıdan başarılı bir çalışma var elimizde. Ancak, iş bir ülke yekununun anlatıldığı çerçeveyi kurma noktasına geldiğinde tıkanıyor.

 Dizinin ana temalarından birini oluşturan karakterler gerçek. Yoksul gecekonduda yaşayan emekçi kadın Meryem: Yoksulun evinde ne varsa onun evinde o var: soğuk, hastalıklar, televizyon dizileri… AKP’nin, içinden geldiğini iddia ettiği yoksul muhafazakar halkın sempatik temsili, debelenen ve kendi “mahallesinin” insanı olan Meryem. Kendince “kaçışlar” bulan da yine o.  Tam karşısında, dizinin uzlaştırmaya çalıştığı tip amiyane tabirle Beyaz Türk: 2000’lerin başındaki türban gerilimleri için kusursuz yaratılmış bir yüksek sınıfa mensup laik, yalnız, soğuk, okumuş ama kindar psikiyatrist Peri.

 

 

Meryem geçimini gündelik temizlikle sağlarken, abisi Yasin hasta eşi ve çocuklarına bakmak için barda bodyguardlık yapar. 24 numaralı otobüsün geçtiği en yoksul mahallerinden birinde oturan (bir nevi son durak bile diyebiliriz) muhafazakar ve daha katı aile/insan ilişkilerinin bulunduğu kesim bu çelişkinin merkezinde. Peki, gerçekten bu taraflar bir değneğin iki ucunu mu oluşturuyor yoksa Berkun Oya çelişkiyi yanlış yerde mi arıyor?

Bu yolda AKP gibi zenginleşmenin sınırlarını zorlayan bir otoriter rejimin kimliği ile özdeşleştirilen gariban Meryem karakterine suçu yükleyen yok mu? Var. Hem de nicesi. Peri’nin karikatürize biçimde temsil ettiği “laikçi” üst sınıflar muhafazakar emekçinin dünyasına hem uzak hem  de sınıfsal olarak düşman mı, evet. Ancak Meryem’in hayatına düşman olanların da başında başörtüsü, dilinde dua yok mu? Türkiye toplumunun gerçeklerinden bu kadar uzak kalınabilir mi?

Bu iki karakterin –yani rejimin ayakta durmasına epey yol döşemiş bu kimlik kutuplaşmasının- bir Türkiye anlatısı iddiası olarak ortaya konması durumunda Somalı madenci ailelerini, onların türbanlı eşlerinin gece gündüz verdiği mücadeleyi; sendikalı olduğu için işten atılan –çoğu türbanlı muhafazakar- Flormar işçilerini; yüksek eğitimli ve nitelikli olmasına rağmen Kürt halkına yönelik baskıyı kabul etmediği için KHK ile işinden atılan “Beyaz Türk” denilen akademisyeni; Vali’ye sırtını dönen döner ustasını nereye koyacaksınız?

Üstelik, kimliklerin değişmez tiplerle idealize edilmesinin garabeti, kimlikleri kendi içinde bölen ve diğer kimliklerle ortaklık kurabildiği sınıfsal zemini yok etmek üzerine kurulu. Ezilen kimliklerin (Meryem) realitesini toplumsal boyutundan koparıp bir birey olarak karşısına “düşman” kimliği oturttuğunuzda (Peri) meselenin toplumsal alandan koparılmasına neden oluyor ve kimlikleri birbirinin kurdu ilan eden ideolojik zemine bolca malzeme veriyorsunuz.

Meryem’in Hikayesi Aynı mı Kaldı?

Senarist Berkun Oya belki de bu tercihi bilinçli olarak yapmasa da Beyaz Türk-yoksul muhafazakar anlatısı ile hikayeleştirilen Türkiye gerçeği günümüzde de halen var olmakla birlikte bugün temelleri iyice zayıflamış durumda. O yalılarda bugün iktidar sevdalısı başörtülüsü de kendini laik olarak tanımlayanı da kalıyor. Farklı sınıfları aynı kimlikte toplamak olarak nitelendirebileceğimiz bu anlatı siyasi iktidarın yıllardır ülkede sürdürdüğü politikalardan ayrıksı görünmüyor.

Hikayeye biraz daha detaylı bakacak olursak önümüze kesişen hayatlar hikayesi çıkıyor. Bu hayatların kesiştiği yerler ise tesadüf olarak görülemeyecek kadar keskin. Terapi odası, cami, yatak odası, spor salonu, bar tuvaleti… Birbiriyle bu kadar ilişkisiz ve belki de herkesin hayatında tahmin ettiğimizden çok yer kaplayan bu mekanların karakterlerin kesişim noktası olması hikayeyi esaslı yapan unsurlardan biriyken, karakterler hakkında biraz bilgi sahibi olduktan sonra kimin kiminle nerede karşılaşabileceği konusunda tahmin yapmak kolaylaşıyor. Çünkü tipleştirme, artık o kimlik dışında hareket edemeyen klişelerle yönlendirilen figürler ve hikayenin kısırlığına bizi sürüklüyor.

Sevgi Her Şeyi Çözer Mi?

Bir Başkadır, Netflix’in genel eğilimine uygun bir yapıt olarak karşımıza çıkıyor. Kimlikler anlatısı o yüzden bu kadar güçlü. Tüm dünyada “satan” hikaye bu. Dizi oyuncuları yaptıkları röportajda karakterlerin yaşadığı çelişkilerin/kutuplaşmanın çözümüne dizide de oldukça vurgulanan sevgi ve uzlaşı teması üzerinden yaklaşıyor.

Önyargılarımızı yıkıp birbirimize insan olarak yaklaşmak, hoşgörüsüzlüğü yıkmak bize bir yol olarak gösteriliyor. Peki, gerçekten sevgi her şeyi çözer mi?  

Kutuplaşmalardan yorulmuş Türkiye toplumunun sorunlarını, ahlaki, siyasi, ekonomik her türlü iddiasını kaybeden ve toplumu derin bir çelişkiler yumağı haline getiren AKP iktidarı altında “gelin bunları aşalım” çağrısıyla çözebilme romantizminin belirli bir alıcı kitlesi var.

Ancak akıllarda uyandırdığı soru şu: Şöyle bir karşılıklı otursak ve konuşsak her şey hallolacak mı? Asıl mesele o farklı kimliklerden egemenlerle ezilenlerin karşı karşıya gelip “uzlaştırıldığı” değil;  farklı kimliklerden de olsa aynı çileli hayattan çıkan ama düşman edilen muhafazakar-laik-Kürt-Alevi emekçilerin oturacağı masayı nasıl kuracağımıza dair cevaplar üretmek. O masa, bir ortaklık sembolüdür. Ve o sembolün gerçek hayattaki somut bağı sınıf bağından başka bir şey değildir. O masa bir kez kurulduğunda kimlik düşmanlığının yerini sınıf çıkarının ortaklaşalığı aldığında bu senaryolar gerçek olur.

Kültürel olan çatışma dinamiklerinin merkeze konduğu bir toplum anlatısı çizdiğinizde  uzlaşı niyetinin tam tersi bir noktaya geliyorsunuz: Kimliklerin uzlaşmasının mümkün olmadığı sonucuna çıkan; kimlik çelişkilerini hep derinleştirme ve besleme üzerine kurulu bir dünya konjonktüründe kocaman umutsuzluk… Bu toplumdan bir şey olmaz kalıpları…

Tanzimattan 80’lere uzanan Doğu-Batı ikiliklerine yaslanan hakim söyleme de Erdoğanlı yıllara da baktığımızda bu anlatı ne tarihsel ne de coğrafi olarak “Bir Başka.”. Her dönem kendini farklı sembollerle, dille yeniden üretiyor.

Kimliklerin, ezilenlerin çok boyutlu ele alınması gereken dünyasında kimliklerin kendi içlerindeki sınıfsal yarılmaları ve iktidarla kurdukları ilişkiler basitçe göz ardı edilerek yapılan anlatı sakattır. Meryem’in bir avuç üst sınıfın kibirli mensuplarıyla değil kendi sınıfından başka kimliklerden yoksullarla nasıl bağ ve diyalog kuracağını anlamaya çalışmak daha esaslı bir bakış açısı sunacaktır. Ne yazık ki Bir Başkadır dizisi bu sorundan mustariptir.