Antik Yunan’da Bilmek ve Yönetmek – Koray Duranlı

Platon ve Aristoteles gibi Antik Yunan filozofları, kendi zamanlarından daha çok Skolastisizm Avrupası’nda daha çok ses getirdiler. Peki bunun sebepleri neydi? Değindikleri doğru noktalar ve yanlış analizleri nelerdi? Bu yazımızda bunu açıklamaya çalışacağız. Antik Yunan toplumunda felsefi düşüncenin sınıfsız toplumlardan daha fazla ilerlemesinin başlıca sebeplerinden bir tanesi Antik Yunan toplumunda var olan sınıfların üst tabakalarında doğmuş olmanın bir getirisiyle felsefe yapanların hayatlarını geçindirmek gibi bir kaygı taşımamaları, boş zamanın ortaya çıkışı ve bu zamanı düşünmeye ve yorumlamaya harcamalarıdır. Demokritos, Herakleitos, Protagoras, Platon ve Aristo gibi diğer filozoflar da başta varlığın nereden ve nasıl ortaya çıktığı sorusuyla ilgilenmişler, sonradan bilginin, ahlakın ve politikanın kaynaklarını da kendilerine göre yorumlamışlardır.

İnsan Her Şeyin Ölçüsüdür: Rölativist Bilgi Teorisi

Sofistler Okulu bilginin kişiden kişiye değiştiğini, doğru bilginin asla genel geçer olamayacağını savunan bir grup filozoftu. Bu filozoflar, bölge bölge dolaşıp kalburüstü sınıfın temsilcilerine temel pozitif bilimler ve özellikle retorik hakkındaki bilgilerini yüksek meblağlar karşılığında aktarmayı meslek edinmişlerdi. Bağlı oldukları bir ana akım müfredat yoktu. Her öğretmen kendi bilgi ve yorumlamalarını karşı tarafa aktarmakta muktedirdi. Bu okulun içinden öne çıkan filozoflardan biri olan Protagoras bu ifadeyi “Tanrılar Üzerine” isimli söylevinde dile getirmişti. Doğru bilginin asla tek olmadığını savunan bu grubun içerisinden farklı bir fikirle nihilizmin antik temsilcisi haline gelen Gorgias, hiçbir şeyin aslında var olmadığını, var olsa bile bunu bilemeyeceğimizi, bilsek bile hiç kimseye aktaramayacağımızı söyleyecek kadar ileri de gitmişti.

Sofizme Karşı Sokratik Diyalog

Bu felsefi akıma karşı olanlar arasında dikkat çeken en önemli isimlerden bir tanesi hiç şüphesiz ki Sokrates’tir. Sokrates bilginin yalnızca hatırlatılması gerektiğini söylüyordu. Bunun yöntemi olarak da ironik diyalog ve diyalektiği kullanan Sokrates, karşısındakini sorularıyla yönlendirerek cevapları kendilerinin vermesini sağlıyordu. Kendisinden önceki dönemin “Pre-Sokratik”, kendisinden sonraki dönemin de “Post-Sokratik” olarak adlandırılmasına sebep olacak kadar etkili olan Sokrates, kendisinden sonraki çağının ikinci en büyük felsefecisi ve Aydınlanma Avrupası’nın da en büyük etkileyicisi olan Platon’un da hocasıydı.

Antik Yunan Dönemindeki Bozuk Demokrasi

Antik Yunan demokrasisi, akademinin demokrasi tarihinde uygulanan ilk demokratik sistem olarak anlatılır. Bu anlatının kaynağında kararların çoğunluğun kararına dayanarak alınması olsa da günümüz demokrasilerine benzeyen tek yönünün yalnızca bu oluşuyla çok bir şey de sunmuyor. Kararların alınışında etkili merciiler yalnızca üst sınıfa mensup, elinde yeterli derecede zenginlik bulunduran, köle ve kadın olmayan insanlardı. İşte Sokrates böyle bir demokraside idam cezasına çarptırılmıştı.

Post-Sokratik Dönemin Aristokratı: Platon

Antik Yunan demokratik sisteminde idam edilen hocasından farklı olarak Platon bu yönetim anlayışına karşı amansız bir savaş vermişti. İnsanın içinde bulunacağı “ideal” toplum ve devlet yapısının sınıflı olması gerektiğini savunan Platon, en üstte “filozof kralların” onların altında asker ve soyluların, onların altında özgür vatandaşların ve onların da altında kölelerin olması gerektiğini söyler. Varlık konusunda da yalnızca yönetici sınıf olarak addettiği filozofların gerçeğe ulaşabileceklerini söylemekten çekinmeyen Platon, bu konuyu “İdealar Dünyası” iddiasıyla destekler. Bu iddia hakkında bilinen en yaygın anlatı ise Mağara Alegorisi anlatısıdır. Bu anlatıda doğumlarından itibaren hareket edemeyecek şekilde bağlı ve bir mağara duvarına bakan dört kişi vardır ve bu kişilerin gördükleri tek şey arkalarındaki ışık kaynağı sayesinde o ışık kaynağı üzerinde oynatılan kuklaların gölgeleridir. Bir gün bu dört kişiden bir tanesi çözülür, çevresine baktığında gerçek ışığı, onların üzerinde oynatılan kuklaları ve dünyaları bildikleri yerin yalnızca bir mağara olduğunu, dışarıda daha büyük bir dünyanın varlığını görür. Bunu diğer bağlı arkadaşlarına anlattığında ise arkadaşları onu delirmekle suçlarlar. Bu anlatıda görülebilecek teori ise şeylerin dünyadaki görüntülerinin yalnızca birer yansıma olduğunu, gerçeği yansıtmadığını, şeylerin en gerçek ve en mükemmel hallerinin ise yalnızca felsefi düşünceyle ulaşılabilecek bir İdealar Dünyası’nda olabileceği ve gerçeği gören filozofun ise diğerlerinden üstün bir konuma ulaşması sebebiyle o insanların üzerinde bir tahakküm kurması için meşruiyet kazanabileceğidir. Anlattığı bu sınıflı toplum kesinlikle “olması gereken, doğru, erdemli ve meşrudur” Platon’a göre. Bu monarşik-aristokrasi, kesinlikle adalet, bilgelik, cesaret ve ölçülük erdemlerini tek başına içeren tek yönetim şeklidir. Platon’un daha aşağı sistemler olarak ifade ettiği “timokrasi”, oligarşi, demokrasi ve despotizm ise her aşamada bir erdemin kaybı anlamına gelir. Askeri bir cuntanın yönetimi ele aldığı “timokratik iktidar”da bilgelik erdemi yitirilir. Oligarşik yönetime indirgendiğinde cesaret erdemi ortadan kalkar. Demokratik yönetim ölçülülüğü, erdemsizlikteki en son basamak olan despotizm ise adaleti kaybederek tamamen insanlıktan ve ideallikten uzak bir sistem olacaktır. Bu sınıflara ayrılmış toplum övgüsü kesinlikle tesadüf değil aksine Platon’un sınıfsal konumundan ileri geliyor. Her sınıfın üyesi kendi perspektifinden dünyayı yorumlar. “Filozoflar kral ya da krallar filozof olmalıdır.” düşüncesi de buradan kaynak buluyor. Platon’a göre Yönetici filozofların kanında Tanrı İkor’una benzer bir altın tozu, askerlerin kanında gümüş tozu, hayatını ancak geçindirebilecek kadar kazanarak emeğini ücret karşılığı satan “özgür” sade vatandaşın kanında ise demir tozu bulunuyordu. Artan üretim yükünün çok büyük bir kısmını sırtlayan köleler ise bu sınıflandırma içerisinde konumlandırılamıyordu çünkü onlar yalnızca sahiplerinin mülkiyetiydi. Her sınıfın üyesi kendi sınıfında kalmalı ve yaşamını orada sürdürüp o konumda ölmeliydi. Sınıfların üyesi arasında evlilik veya birleşme kesinlikle kabul edilemezdi. Bir kölenin evladı da yaşamı boyunca köle olmalıydı. Toplumun düzeni ancak bu şekilde sağlanabilir diyen Platon, üretimin bütün sorumluluğunu köle sınıfının üzerine doğuştan gelen bir görev olarak yüklerken, üretimde oluşan artı değer birikiminin üst sınıfların elinde toplanmasını da o sınıfın doğası ve olması gerekeni olarak yorumluyor. Düzen ve statüko olduğu gibi devam etmelidir, sınıfsal konumunu koruyacak olan birçok Platon için bu hayati bir önem arz eder. Sömürü düzeninin meşrulaştığı, değişimin her türlüsüne bozulma olarak bakılan bu anlatının geçerliliği ise idealist varlık fikirlerinden ileri geliyor. Varlığın idealist anlatısı boşa düşürülürse kaynak olduğu politik sistemin hiçbir dayanağı kalmayacaktır.

İdealizmin Politik Dayanağı ve Çürütülmesi

İdealizm, temel olarak şeylerin varoluşunun düşünceden maddeye doğru olduğunu, “ben düşündüğüm için onlar var” şiarını temel alan, ruhun, ideanın varlığını maddenin önüne koyan, ideayı ölümsüz kılarken somut olanı onun karşısında zayıf kılan, maddeyi yalnızca bir yansımaya indirgeyerek gerçeğin yalnızca düşüncede var olabileceğini savunan, şeylerin var olma nedenlerini onların yalnızca soyut kavramlarla açıklanabilen bir dünyada karşılık bulmasıyla temellenen, bu yüzden nesnellik taşımaktan uzak olan bir varlık anlayışı. Mistik öğelerle de desteklendiğinde daha da güçlenerek iktidar sınıfların elinde kullanışlı bir silah haline gelen idealizmin nesnel bir tahlille yıkılması da aynı oranda kolay. Yöneticilerin Tanrı tarafından bahşedilen yeteneklerle donandığı, kanlarında var olan kutsiyetle bu görevi sırtlanabilecekleri, yaradılışlarından ileri gelen üstünlükleriyle altlarında kalan yığınların tepesinde oluşlarına meşruiyet kazandırmaları da hem kendileri hem yönettikleri tabakalar tarafından kabullenilmesi kolay söylemler. Fakat hayata baktığımızda, egemenlerin egemenliklerinin kaynağının mistik veya tanrısal değil, tamamen sınıfsal ve ekonomik olduğunu görüyoruz. Platon’un Devlet’inde de bu geçerliydi. Site yöneticisi olan filozoflar, herhangi bir şekilde üretim sürecine dahil olmazlar, köleler tarafından üretilen artı değerden nemalanırlar ve en yüksek erdemlilik seviyesi olan “iyiyi” ararlardı. Kendilerinin İdealar Dünyası’na erişebilmelerinden, oradaki gerçeği bilebilmelerinden ileri gelen bir üstünlükleri söz konusuydu. Tanrı Demiourgos’un ruhunun bir parçası onların ruhuna zuhur etmişti. En azından onlar kendilerini bu şekilde meşrulaştırıyorlardı. İdealist fikirlerin boşa düşüşü de tam burada gerçekleşiyor. Hayatta maddi bir karşılık bulamayan söylemler, yığınlar eskisi gibi yönetilmek istemediklerinde egemenlerin elinden uçup giderler.