Psikanalizi Anlamak: Kısa ve Eleştirel Bir Bakış – Can Derdiyok

Kuşkusuz psikanaliz günümüzde ve geçen yüzyılda en çok konuşulan başlıklardan biridir. Bunca konuşulan psikanaliz başlığını ilginç kılan noktalardan biri de onun çok farklı şekillerde ve bağlamlarda ele alınması, bambaşka alanlarla ilişki kurmasıdır. Ancak belirtmek gerekir ki psikanaliz üzerine yazılıp çizilenlerin pek çoğu ana akım bir çerçevede birbirini tekrarlamaktadır. Bu durum iki boyutta gerçekleşir: (a) Freud’un yaşamını magazinleştirerek ona retrospektif atıflar yaparak, (b) Psikanalizi popülerleştirerek.

Psikanaliz bu iki boyuttan fazlasıyla anılmayı hak etmektedir. Psikanalizi hak ettiği çerçeveye oturtmak ve o şekilde ele alabilmek için öncelikle ortaya çıktığı tarihsel koşulları irdeleyebilmek ve bu tarihsel koşulların devrimci analizini yapabilmek gerekmektedir.

On dokuzuncu yüzyıl pek çok açıdan önemli bir yüzyıldır. Sanayi devriminin doruk noktasına ulaşması, kapitalizmin belirli bir gelişim evresine girmesi, burjuva devrimlerinin gerçekleşmesi… Kuşkusuz bu değişimler on dokuzuncu yüzyılda bilim alanında da gerçekleşmiştir. Darwin’in evrim kuramını belirli bir çerçevede ve bütünlüklü olarak sunması gibi. Ya da bu örneğe James P. Joule’yi, Hermann von Hemholtz’u, Lewis H. Morgan’ı ve başkaca pek çok bilim insanını ve bilimsel atılımları ekleyebiliriz.

Bilimsel atılımların tarihsel, politik ve toplumsal bir çerçevesi vardır. Tarih, o bilimsel atılımları çağırır. Tarihin çağrısına uyacak ve bilimsel atılımların ipini göğüsleyecek olan birileri olacaktır ve elbette ki o kişiler özeldir. Ancak, “onlar olmadan” olmazdı diyebilmek ve buradan hareketle tanrılaştırıcı bir tavır benimsemek sakıncalıdır. Freud’u popülerleştirmeye çalışmak hem bu nedenle hem de psikanalizi yavanlaştıracağı için tehlikelidir.

Psikanaliz, yepyeni üretim ilişkileri ve toplum biçimi içinde yaşayan “birey”i anlamak ve anlatmak adına çağın bir gereksinimi olarak doğmuştur. Tıpkı, o üretim ilişkilerini irdeleyen ve oradan devrimci atılımlara olanak veren Marksizm gibi. Psikanalizin Marksizmle olan benzerliği bu kadar da değildir. Anlama ve anlatma bakımından içinde taşıdığı devrimci olanakları da bir miktar benzeştirmek gerekmektedir.

Psikanaliz her şeyden önce yöntemsel bir karşı duruştur. İnsanı anlamak için pozitivizmin günümüzde artarak devam ettirdiği disiplin sınırlarına sıkışma durumunu aşan, pek çok alandan beslenen ve o alanlardan aldığı besinleri eklektik sığlığa indirgemeksizin yeni sayfalar açan bir kavramsallaştırma biçimidir. Bu biçim, Gramsci’ye referansla eskinin yıkılamaması ve yeninin kurulamaması durumunda oluşan krizin içinde debelenen insanın psikolojisini (psikolojik olanın hem bireysel hem toplumsal dolayısıyla bütünsel bir şey olduğunu belirtmek gerekir) anlama ve bu anlama durumundan hareketle devrimci olanaklara kapılar açma biçimidir. Freud’un ortaya çıkardığı ve özünde devrimci atılımlar bulunduran psikanalizin çekirdeği aslında bu şekilde okunmalıdır.

Tıpkı Marksizm gibi psikanalizin de tarihsel süreçte kimi çevreler tarafından tahrif edilmeye çalışıldığı doğrudur. Psikanalizin özellikle güç ve iktidar sahipleri tarafından ayaklarının üzerinden başının üzerine çevrilmeye çalışıldığı da doğrudur. Nitekim, bu bir oranda başarılmıştır da. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra Fransa’da deyim yerindeyse cemaatleşen psikanaliz çevrelerine bakıldığında bu durum açıkça görülecektir(1). Bu çevrelerin psikanalizi “orijinal biçimine döndürme” söyleminin olması hiç de şaşırtıcı değildir. Tıpkı Marksizmin “orijinalini” arayan ve onu sisteme uyarlamaya çalışan ve elbette ki onun devrimci çekirdeğinden uzaklaşan revizyonistler gibi.

Psikanalizin çeşitli eleştirilere tabi tutulduğu ve kimi eleştirilerin de haklılık payı olduğunu söylemeliyiz. Zira, Freud’un çalışmaları mutlak olarak iki döneme ayrılmalıdır: (a) Göreli devrimci dönem (b) Devrimcilikten uzaklaşma dönemi.

Psikanalizin gelişimini esas alan on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başı “göreli devrimci dönem” olarak tarif etmeye çalıştığım dönemi oluştururken özellikle Birinci Paylaşım Savaşı öncesi ve Freud’un yaşamını yitirmesine kadar geçen dönem ise devrimcilikten uzaklaşma dönemi olarak adlandırılabilir. Zira, Freud ilk dönemde cinselliğin yalnızca yetişkinlikle özdeşleşmesine karşı cinsellik çocukluğu da içerir gibi veya erken dönem yaşantıların psikolojik olana etkisi gibi veya pratik terapötik ilişkilerin yapılandırılması gibi başlıklarda önemli atılımlar yapmıştır. Ancak, ikinci dönemde özellikle dünya siyasetinin de etkisiyle daha indirgeyici ve şovenist bir tavır takınmıştır. Savaş patlak verdiğinde Karl Abraham’a yazdığı mektupta şu satırları kaleme almıştır: “Otuz yıldır ilk defa kendimi bir Avusturyalı gibi hissediyorum ve pek de umut vaat etmeyen bu imparatorluğa son bir şans vermek geçiyor içimden. Her yerde moral bir harika. Aynı zamanda, cesurca eylemlerin özgürleştirici etkisi ve Almanya’nın güvenli desteği de buna katkıda bulunuyor. Bütün libidomu Avusturya-Macaristan’a vakfettim.” (2)

Yaptığım bu ikili anlama ve tarihselleştirme elbette ki genel bir çerçeve oluşturma çabasıdır ve kimi sapmaları içermesi kaçınılmazdır. Psikanalizi devrimci özüyle anlamak istiyorsak hem psikanalize Freud sonrası edilen karşı-devrimci müdahalelerle hem de bir miktar Freud’un kendisiyle mücadele etmemiz gerekmektedir. Psikanalizin ve Freud’un ikircikli doğasını onca çarpıtmanın ayrıştırmak kolay iş değildir. Ancak ayrıştırdığımızda devrimci bir teorinin ufukları olağanca parlaklığıyla karşımıza çıkacaktır.

Başvurular

(1): Dupont, S. (2018). Psikanaliz Hareketinin Kendini İmhası (Ö. Naldemirci,  Çev.). Yapı Kredi.

(2): Koska, E., & Öztornacı, B. (2020). Sigmund Freud: Eleştirel Bir Biyografi Denemesi. Madde, Diyalektik ve Toplum, 3(3), 177-184.