Avrupa Birliği, AKP ve Türkiye – Y. Can Derdiyok

Erdoğan’ın Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta düzenlenen NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde “Siz bizim Avrupa Birliği’ne (AB) üyeliğimizin önünü açın, biz de İsveç’in NATO’ya üyeliğinin önünü açalım” şeklindeki açıklamasının ardından Türkiye ve AB ilişkileri, Türkiye’nin AB üyeliği süreci gibi konular yeniden gündemin önemli başlıkları hâline gelmişti. Oysa çok zaman geçmeden Litvanya’daki görüşmelerden sonra Erdoğan İsveç’e NATO için yeşil ışık yaktı.

İktidara yakın isimler ve medya Erdoğan’ın bu açıklamalarını bir zafer edasıyla değerlendirirken Türkiye’nin AB üyeliği süreci kimi muhalif çevrelerde de yeniden ele alınıp iştahlı bir şekilde değerlendirilmeye başladı. İlerleyen süreçte ise Avrupa Parlamentosunun Türkiye’ye dair raporunda, Türkiye tarafında köklü bir rota değişikliği yapılmadığı takdirde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım sürecinin devam edemeyeceğini bildirilmişti.

Türkiye ve AB ilişkileri AKP iktidarının ötesine uzanıyor. AKP döneminde AB’yle kurulan ilişkileri kapsamlı biçimde değerlendirebilmek için tarihe, AB’nin kuruluşuna ve Türkiye’nin AB’yle kurduğu ilişkilerin tarihine göz atmak gerekiyor.

Avrupa Birliği’nin Kuruluşu ve Türkiye

1957’de imzalanan Roma Antlaşması’yla, 6 kurucu ülke (Batı Almanya, Belçika, Fransa Hollanda, İtalya ve Lüksemburg) “tek pazar ve gümrük birliği” sloganıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) kurdu. Bahsi geçen ülkelerin “ekonomik açıdan bütünleşmesi” temel hedef olarak anlatılsa da planlanan ve yapılmak istenen elbette ki yalnızca ekonomik alanla sınırlı değildi.

1965 tarihli Brüksel Antlaşması’yla Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) kurulmuş, “ekonomik alan” olarak tarif edilen sınırların ne kadar geniş olabileceğinin sinyalleri zaman zaman bu şekilde verilmişti.

7 Şubat 1992 tarihinde imzalanan 1993 yılında yürürlüğe giren ve  “Avrupa Birliği Antlaşması” olarak da bilinen Maastricht Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu, Avrupa Birliği adını almıştır.

2009 yılında imzalanan Lizbon Antlaşması’na kadar Avrupa Birliği üç temel dayanakla ilerlemiştir:

  1. Avrupa Topluluğu (AT)
  2. Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası
  3. Güvenlik ve Adalette İş Birliği

Lizbon Antlaşması’yla yeni bir forma bürünen antlaşmalar ve birliktelikler bütünü üç temel dayanak noktasıyla AB’yi oluşturmuştur.  AB’nin yeni forma bürünmesi ve genişleme politikası 1990’ların başında Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla doğrudan ilişkilidir. Bugün AB’nin üye 27 ülkesi ve aralarında Türkiye’nin de olduğu 9 aday ülkesi vardır.

Türkiye’nin yukarıda özetlenen gelişmelerle kurulan ve Avrupa Birliği formuna bürünen antlaşmalar ve birliktelikler bütünüyle ilişkisi aslında Demokrat Parti (DP) iktidarı dönemine kadar uzanıyor. Dönemin başbakanı Adnan Menderes, 31 Temmuz 1959’da AET’ye ortaklık başvurusunda bulunmuş, Türkiye’nin yaptığı bu başvuru 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan ve 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren Ankara Antlaşması’yla yeni bir evreye girmiştir. İsmet İnönü AB için şu ifadeleri kullanacaktır: “Beşeriyet tarihi boyunca insan zekâsının vücuda getirdiği en cesur eser.”

1987’de yapılan başvuruda dönemin başbakanı Turgut Özal ise şu ifadeleri kullanmıştır: “Uzun ince bir yolun, yokuş yolun başındayız. Zorluklar olan bir yol bu. Uzun müzakereler olacaktır. Bizi kızdıracak belki çok hadise olacaktır. Hiç beğenmediğimiz istemediğimiz lafları duyabiliriz ama cesaretli, aynı zamanda sabırlı, dikkatli ve hesaplı olmamız mecburiyeti vardır. Ancak, bu şartlar altında muvaffak olabileceğimizi söyleyebilirim ve erken bir tarihte muvaffak olabileceğimizi söyleyebilirim.

10-11 Aralık 1999 tarihinde Helsinki’de toplanan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin resmen onaylanması ve diğer aday ülkelerle eşit konumda olacağının söylenmesi Türkiye-AB ilişkilerinde bir diğer -belki de en önemli- dönüm noktası olarak kabul edilebilir.

Özgürlük Masalları: AKP ve Avrupa Birliği

3 Kasım 2022 seçimlerinde iktidara gelen AKP, aslında iktidara gelişinden önce ABD ve AB’yle çeşitli temaslar kurmaya başlamış ve deyim yerindeyse onlara yeşil ışık yakmıştı. Yakılan ışık “muhafazakâr demokrat” kimliğin arkasına saklanarak hak ve özgürlükler bağlamında şekillenmiş gibi anlatılsa da AKP yeşil ışığı doğrudan Batılı sermaye çevrelerine yakmıştı. Nitekim 2001 krizinin ardından uluslararası piyasalardaki gelişmeleri “değerlendiren AKP” Batılı sermayeye önemli bir alan açmayı başarmıştı.

Doğrudan AB ilişkileri bağlamında 2004 yılında Brüksel’de gerçekleşen AB Zirvesi’nde Türkiye’yle müzakerelerin 2005 yılında alınma kararı alınmıştı. Zaten, Erdoğan AB ve Türkiye arasındaki görüşmeleri “medeniyetler ittifakı” olarak adlandırıyordu.

Güya “muhafazakâr demokrat” AKP, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünü açacaktı. Solun bir kısmına da etkisi altına alan bu görüş, zamanla yanlışlandı elbette ama solun bir kısmı gerisinde kocaman “utanç günleri” bırakmıştı, pekâlâ utanmasını bilene…

Aradan geçen yıllarda “Kıbrıs Meselesi, Doğu Akdeniz Krizi, Yaptırımlar ve Göçmen Sorunu” gibi üç temel başlıkta AB-Türkiye ilişkileri tam anlamıyla bir sarmala dönüştü. 15 Temmuz’la yeni bir evreye ulaşan AKP otoriterleşmesi, AB’yle ilişkilerde krizlerin büyümesine neden oldu. Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) verdiği kararları “tanımıyoruz” çıkışı da bu çerçevede değerlendirilebilir.

Avrupa Birliği Çözüm Olabilir mi?

1990’larda Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla birlikte “tek kutuplu dünya” söylemi sağdan sola dillere pelesenk olmuş, popüler bir söylem olarak ön plana çıkmıştır. Oysaki dünya, tek kutuplu değil aslında çok kutuplu bir düzene doğru evrilmiştir. AB, aslında Avrupa’daki büyük sermayenin ve bu sermayeler çerçevesinde var olan ulus devletlerin çıkarlarını korumak adına kurulmuş bir aygıttır.

“Özgürlükler alanı”, “refah devletleri” vb. söylemlerle parlatılan AB’nin “özgürlük masalı”nın altını kazıdığınızda kapitalizmin acı gerçekleri gün yüzüne çıkacaktır. AB’nin ekonomik yapısı incelendiğinde Almanya’nın önemli etkisi göze çarpmaktadır. Zira, 27 üye ülkesi bulunan AB ülkelerinin toplam Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) değeri 2022 yılı sonundaki verilere bakıldığında 16 trilyon dolarken Almanya bu değerin yaklaşık yüzde 25’ini (4 trilyon dolar) oluşturuyor (Trading Economics). Ayrıca Almanya, ihracatının önemli bir çoğunluğunu da AB üye ülkelerine yapmaktadır.

Almanya’nın büyümesi ve refahını artırması Euro bölgesi ülkeler için de aynı şekilde sonuçlanmıyor. Aksine, hiyerarşinin altındaki ülkeler sürekli kemer sıkma politikaları ve borç sarmalı içinde debeleniyorlar.

Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden Ayrılması (Brexit) olarak bilinen süreç sonunda Avrupa Birliği’nin geleceği, yapısı ve dinamikleri yeniden tartışılmaya başlansa da tartışmalar yine “AB güzellemesi” ve “AB’nin yeniden yapılandırılması”ndan öteye gitmiyor.

Almanya ve Fransa’da ise son zamanlarda grev hareketleri ve sokak isyanları gözleniyor. Macron’un Emeklilik Yasa Tasarısı Fransa’da geniş çaplı tepkilere ve protestolara yol açmıştı. Almanya’da da çeşitli iş kollarında grevler yaşanıyor. Tabii temelde sendikal bürokrasi ve reformist sol siyaset dolayısıyla bu eylemlilik hâli bir süre sonra sönümleniyor.

Ortadoğu’ya ekilen savaşın ardından giderek büyüyen göçmen krizi de AB için önemli bir tehdit konumunda. Erdoğan’ın ara sıra “kapıları açarım” şeklindeki söylemleri de bu bağlamda okunmalı. Göçmenler Türkiye için olduğu kadar AB için de ucuz işgücünün karşılığı olarak görülüyor.

Bütün bunlar ele alındığında devrimcilerin, sosyalistlerin görevinin yeni bir geleceği çok kutuplu düzenin herhangi bir kutbuna eklemlenmekte aramak yerine yine o kutupları yok etmek ve özgür, eşit ve sınırsız bir dünyayı kurmak için çalışmak olduğunu söylemek zor olmasa gerek…