Avrupa Sömürgeciliğinin Temelleri: Günümüze Ulaşan Vahşilik – Emrecan Konyalı

Emperyalizmin, dünyanın farklı bölgelerinde sıcak çatışmaları körüklediği bir dönemden geçiyoruz. Batı tarafında ABD ve Avrupa emperyalistleri; doğu tarafında Çin, Rusya, İran gibi büyük güçler coğrafyaların kaderlerini kendilerine bağlama yarışına devam ediyor. Bazı bölgeler var ki sömürgecilikten emperyalizme üzerlerindeki baskı, kontrol ve sömürü politikaları bitmek bilmiyor. Günümüzde Afrika’yı yoksullukla, çetelerle, emperyalist savaşlarla, halka kan kusturan burjuva yöneticilerle baş başa bırakan düzenin kökenleri sömürgecilik dönemlerine dayanıyor. Bu yazımızda Avrupalı “fatihlerin” “büyük buluşları” olan sömürgeciliğe dair temel noktaları inceleyeceğiz.

Avrupa’da Mutlakiyetçi Monarşi

Feodalizm; kral, aristokrasi ve kilise arasında güç dengeleriyle uzun yıllar devam etti. Toprağa bağlı üretim feodal beyleri güçlü kılıyor, merkezi bir yapının güçlü olmadığı coğrafyada askeri ve ekonomik açıdan onları etkili hale getiriyordu. Kilise de büyük topraklara sahip şekilde uzun süre yoluna devam etti. Savaşlar bu düzenin olmazsa olmazıydı. Uzun yıllar süren ve maliyeti yüksek savaşlar hem yeni alanlar elde etmek hem de toprak sahiplerinin ekonomik ve siyasi statüsünü elinde tutması için gerekliydi. Derebeyleri birkaç yüzyıl boyunca bunlarla zenginleşti ve gücünü arttırdı. Feodal derebeyleri arası rekabet sürerken öte yandan kent merkezleri canlanıyordu. Ticaretin hızlanması, bankacılık, matbaa, zanaatkarlık kent merkezlerinde yeni bir atmosfer yarattı. Feodallerin ellerindeki zenginlik; lüks, artan askeri harcamalar, toprağa bağlı üretimin devamı için gerekli harcamalarla tükeniyordu. Kent merkezlerinde ise geleceğin kapitalistlerinin tohumları atılmaktaydı. Fransa’da 6. Louis, İspanya’da Ferdinand ve Isabella, İngiltere’de 7. Henry, Avusturya’da Maximilian döneminde Avrupa’da mutlakiyetçi monarşilerin temelleri atıldı. Birçoğunda feodal derebeylerinin gücünü kırmaya yönelik uygulamalara girişildi. Asker toplamanın yasaklanması, toprakların ellerinden alınması vb. yöntemlerle merkezi yönetim gücünü arttırdı. Tabii Avrupa genelinde farklı seyretse de genel gidişat bu yöndeydi.

Ne kölelik ne de sömürgecilik bu döneme özgüdür. İkisinin de tarihi çok eskilere uzanır. Avrupa sömürgeciliği öncelikle vahşiliğin sınırsızlığı bakımından tarihte ayrılıyor. Barutun oklara karşı savaşındaki eşitsizlik yerli halklar üzerinde tek taraflı bir kırıma yol açmıştı. Öte yandan bu dönem krallıkların ve zengin kentlilerin yatırımlarıyla ortaya çıkan şirketlerin sömürgecilik faaliyetini birlikte yürütmesi; ortaya çıkan zenginliğin Avrupa’da eski düzene ait olmayan bir sınıfı yaratması ve güçlendirmesi incelenmeyi gerektiriyor. İmalatta yeni gelişmelerin olduğu, siyasi düşüncede farklı fikirlerin ortaya çıktığı bu dönemde değişmekte olan üretim güçleri yıllardır sürmekte olan yapıya sığmıyordu. Mutlakiyetçi monarşiler dönemi elbette ticaret ve imalat burjuvazisi, tefeci sermaye üzerine kurulu bir yapı değildi. Eskisi gibi aristokratik mülkiyet düzenini koruyan bir yapı vardı fakat yeni gelişmekte olan sınıfın ihtiyaçlarını da karşılamıştı.

“Mutlakiyetçi devlet artan bir şekilde siyasal gücü merkezileştirdi ve daha yeknesak yasal sistemleri oluşturmak için çalıştı. Bu çabalar iç ticaretteki engellerin büyük bir kısmını ortadan kaldırmış ve yabancı rakiplere karşı gümrük tarifeleri yoluyla dış ticareti desteklemiştir. Tefeci sermayeye, kamu finansmanına yatırım yapmak için riskli olsa da pek karlı fırsatlar sağlamıştır: 16. Yüzyılda Augsburglu bankerler ve 17. Yüzyılda Cenevizli yöneticiler İspanyol Devleti’ne verdikleri borçlardan servetler kazanmışlardır. Kilise topraklarına el konulması kırsal mülkiyeti harekete geçirmiştir: İngiltere’de manastırların lağvedilmesi. Beyaz Deniz’e, Antiller’e, Hudson Körfezi’ne, Louisiana’ya yönelik sömürgeci girişimlere ve ticari şirketlere sponsor olmuştur.” (Anderson, 2023: 35)

Görüldüğü üzere gelişmekte olan burjuvazi, kapitalist üretim tarzı için gerekli ilkel birikimi yaratmak için gerekli imkanlara görece sahipti. Sömürgeci yayılma ve merkantilizm temelinde kralların müttefiki olan burjuvalar mutlakiyetçi krallıklara karşı kabından taşmak için güçlenmeyi bekleyecekti. İngiltere ve Fransa örneğinde karşılaştırmalı olarak görüldüğü üzere burjuvazinin siyasi ve ekonomik gücü ele geçirmesi bölgelerin iç dinamiklerine göre farklılaşıyordu.

Altına Hücum

Yeni fetihler bu dönemde denizcilik faaliyetlerinin krallıklar tarafından desteklenmesiyle başladı. Avrupa kıtasına hakim olan savaşlar krallıkları alternatifleri bulmaya itmişti. Yeni ticaret yolları bulmak, denizaşırı ticarette öne geçmek temel hedefleriydi. Çok daha fazlasına ulaştılar…

1492-1504 arasında Kristof Kolomb İspanya Krallığı’nın desteğiyle denizaşırı keşifleri başlatmıştı. Devamında Vasco de Gama, Hernan Cortes ve nicesiyle Avrupa’nın zenginleşme süreci devam etti. Portekiz ve İspanya’nın başlattığı kolonileşmeyi İngiltere, Fransa, Hollanda takip etti. Dünyaya açılan bu “gezginlerin” seyahatnamelerinde bölgeye nüfuz etmeye yönelik detaylar dikkati çeker. İlk gözlemledikleri buralardaki halkların direnme kapasitesi, askeri gücü, bölgenin hangi açıdan zengin olduğu gibi detaylardı. Bu keşifler altına hücum dönemini başlatmak için yeterliydi. Avrupa krallıkları büyük harcamalarının maliyetini karşılamak amacıyla bu keşiflere sonsuz bütçeyi yaratmaya başladılar. Bölge halkları ya tamamen yok oluyor ya da yok olma noktasına yaklaşıyordu. Amerika’da altın ve gümüş, Hindistan’ın yağmalanması, Afrika’nın köle emeği Avrupalı sömürgeciler arasında ticaret ve kolonileşme savaşını başlattı.

Hollanda’nın Birleşik Doğu Hindistan Kumpanyası, İngilizlerin İngiliz Doğu Hindistan Kumpanyası süreç içinde kurulan şirketlerden bazılarıydı. Bu şirketler kendi içerisinde yatırımcıları topluyor, kolonileşme faaliyetlerini sürdürüyordu.

“İngiliz dış ticaret hacmi 1610 ile 1640 arasında on kat arttı. Üretim gelişti. 1640’lara doğru bazı maden kömürü üreticileri yılda on ila yirmi bin ton üretim seviyesine ulaşmışlardı ki, yüzyıl önce bu rakam birkaç yüz tonu geçmiyordu. Yüksek fırınlar, demirhaneler, şap ve kağıt imalathaneleri birkaç yüz işçi çalıştırıyordu. Tekstil imalatçıları ve tüccarları evlerde iplik örücüsü ve dokumacısı olarak yüzlerce, bazen binlerce insan çalıştırıyorlardı. Bu ticareti ve sanayiyi harekete geçiren burjuvazi, teşviklere ve korumalara ihtiyaç duyuyordu.” (Beaud, 2016: 38-39)

3 köşeli ticaret (Transatlantik köle ticareti) bu dönemin sömürgecilik faaliyetini çok iyi özetliyor. Bu 3 köşeli ticaret tarzının rotalarından biri İngiltere-Batı Afrika-Kuzey Amerika üçgeniydi. Avrupa’da üretilen ticari ürünler Afrika’da köle tacirleri için İngiliz limanlarından gemilere yüklenir ve yola çıkar. Bu ürünler karşılığında köleler alınır ve gemilerin hangarlarında ölümle burun buruna Amerika’ya götürülür. Hayatta kalabilen Afrikalı köleler Amerika’da kurulan plantasyonlarda çalıştırılmak üzere oraya verilir. Gemiler bu sefer Amerika’nın yağmalanan zenginlikleriyle doldurulur ve Avrupa’ya doğru yola çıkar. 

“Resmi verilere göre, 1521 ile 1660 arasında Amerika’dan İspanya’ya 18 bin ton gümüş ve 200 ton altın taşındı. Başka tahminler, transferin bunun iki katı olduğunu ileri sürüyor. Kristof Kolomb, “Altın dünyanın en mükemmel şeyidir. O kadar ki, ruhları cennete bile gönderebilir,” diyordu. Yüz yıldan biraz fazla bir zamanda, Meksika’ da yerli nüfus %90 oranında (nüfus 25 milyondan 1,5 milyona düştü) azaldı.” (Beaud,2016:22)

Afrikalıların köle emeği, Amerikalıların zorla çalıştırılması ve tonlarca altını Avrupa krallıklarının ağzını sulandırıyordu. 15. yüzyılın sonlarında Avrupa krallıkları yeni düzenin sonsuz kaynağını bulmuşlardı. Bu uğurda yaptıkları katliamları meşrulaştırmak onların işiydi.

19 ve 20. yüzyılın Avrupalı sömürgecileri Afrika’yı ‘Kara Kıta’ olarak tanımladılar. Onlara göre bu kıta uygarlıktan ve tarihten yoksundu; Oxford Üniversitesi’nden Profesör Egerton adlı birine göre bu kıtanın hayatı, ‘boş, can sıkıcı ve vahşi bir barbarlık’tan ibaretti. Muhafazakar İngiliz tarihçi Hugh Trevor-Roper 1965’te, Afrika’ da yalnızca Avrupalı’nın tarihi vardır. Gerisi büyük ölçüde karanlıktır’ diye yazıyordu.” (Harman, 2010: 140)

Afrika, Asya, Amerika coğrafyalarında Avrupalı sömürgeciler tarihi sıfırlıyor, kendi kanlı dokunuşlarıyla yeni bir tarih başlatıyordu.

İster köle sahibi ister kapitalist açısından yönetim ve denetim işinde gösterdikleri “emeğin” karşılığını sömürü olarak doğal bir hak görüyorlardı. Marks aşağıdaki pasajda örnekliyor.

“Sömürü, başkalarının karşılığı ödenmeyen emeğine el koyma, çoğu kez, sermaye sahibine bu emeği için haklı olarak verilmesi gerekli bir ödül gibi gösterilmiştir, ama bunu hiç kimse, Birleşik Devletler ‘de köle düzeninin savunuculuğunu yapan, O’Connor adlı avukatın, 19 Aralık 1859 tarihinde New York’ta yapılan bir mitingde, ”Güneye Adalet” sloganı altında yaptığından daha iyi becerememiştir. Büyük bir alkış tufanı arasında, “şimdi baylar,” diyor, “zenciyi bu köle durumuna koyan şey, doğanın kendisidir. … O kuvvetlidir ve çalışma gücüne sahiptir, ama, bu gücü yaratan doğa, ondan hem yönetme yeteneğini ve hem de çalışma isteğini esirgemiştir.” (Alkışlar) “Bunların her ikisi de ondan esirgenmiştir. Ve ondan bu çalışma isteğini esirgeyen doğa, bu isteği zorla yaratacak hem kendisi ve hem de onu yönetecek efendisi için yararlı bir yaşam sürebileceği bir ortamda hizmet etmesini sağlayacak bir efendi ihsan etmiştir. … İnanıyorum ki, zenciyi doğanın uygun gördüğü durumda bırakmak, kendisini yönetecek bir efendi vermek asla adaletsizlik değildir … karşılık olarak onu çalışmaya zorlamak ve onu yönetmek hem kendisi ve hem de toplum için yararlı duruma getirmek yolunda emek ve yeteneğini harcayan efendisine hakkı olan bir karşılık vermeye zorlamak, haklarından herhangi birisini elinden almak demek değildir.” (Marks,1997: 339)

Denetim ve yönetim işinin bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki egemenliğinden doğduğu ve sınıf çelişkilerinin hakim olduğu her üretim tarzında bunun ortaklığına vurgu yapıyor.

Aristo bu yönetim ve denetim işini can sıkıcı bir mecburiyetle yaptıklarını söylerken Antik Yunan’ın köleci toplumunu meşrulaştırıyordu. Aynı anlayış Avrupa sömürgeciliğinde de görüldü. Efendileri olmadan bir hiç olan insanlara bir anlam yükleyerek lütfeden sömürgeciler yerlilerin insan eti yediğini, kendi tarihlerini yaratabilecek yeteneklere sahip olmadığını ve mutlaka yönetilmeleri gerektiğini vurguluyorlardı.

Ticaret kapitalizmi bu dönemlerde Avrupa’da iyice güçlendi. Henüz siyasi ve ekonomik hakimiyet mücadelesini verecek düzeyde olmasa da, sömürgecilik kapitalizmin ilkel birikiminin vahşi köşe taşıydı. Emperyalist devletlerin kökenleri işte buralarda atıldı. Günümüzde özellikle Afrika halkları hala bu muazzam saldırının sonuçlarına katlanıyor. 20. yüzyılda birçoğu kendi burjuva devletini kursa da emperyalizm bölgeyi hakimiyet altında tutuyor.

Marks’ın Amerikan İç Savaşı’na dair metninden dünyanın farklı coğrafyalarındaki ezilen ve sömürülenlerin kader ortaklığını fark etmesi ve ortak mücadeleye atılması umuduyla bir alıntı yaparak sonlandıralım.

Kuzeyin gerçek siyasal gücü olan işçiler, köleliğin kendi cumhuriyetlerini pisletmesine göz yumdukları sürece, kendi rızası olmaksızın egemen olunan ve satılan zencinin karşısında, kendisini satmasının ve kendi efendisini seçmesinin beyaz tenli işçinin en yüce hakkı olmasıyla övündükleri sürece, gerçek emek özgürlüğünü sağlayamıyorlar, ya da Avrupalı kardeşlerini kurtuluş uğruna verdikleri mücadelede destekleyemiyorlardı; ama ilerlemenin önünde duran bu engel, iç savaşın kızıl deniziyle kaldırılıp atılmıştır.

Kaynaklar

Perry Anderson, Mutlakiyetçi Devletin Kökenleri, İletişim, İstanbul, 2023.

Michel Beaud, Kapitalizmin Tarihi 1500-2010, Yordam, İstanbul, 2016.

Chris Harman, Halkların Dünya Tarihi, Yordam, İstanbul, 2010.

Marc Ferro, Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine Sömürgecilik Tarihi, İmge, Ankara, 2002.

Karl Marx, Kapital Üçüncü Cilt, Sol, Ankara, 1997.